Ülkemiz ve insanlık korona virüs salgınına olağanüstü elverişsiz koşullarda yakalandı. Yarı meczup liderler, çürümüş uluslararası/ulus üstü mekanizmalar, inanılmaz boyutlara ulaşmış eşitsizlik ve gelir dağılımı adaletsizliği, savaşlar, açlık, iklim krizi, sosyalizmin -tartışmasız teorik ve etik üstünlüğüne rağmen- konjonktürel “başarısızlığı”, kapitalizmin 2008 den bu yana içinde debelendiği ekonomik kriz, vs… Salgının bu sorunların çoğunda çarpan etkisi yapacağı anlaşılıyor. Özellikle ekonomik krizin emekçiler açısından derinleşeceği artık tartışmasız. Yapacağımız tüm analizlerde salgın ortaya çıkmadan önceki sorunları ve o sorunların dinamiklerini göz önünde tutmak zorundayız. Yani salgın bir milat değil ancak başta sağlık olmak üzere sorunları kafamıza vuran, gözümüze sokan bir etken.

Öte yandan kapitalizm için “tanrının lütfu” haline de dönüşebilecek bir “fırsat”. Bir dönem “güvenlik mi, demokrasi ve özgürlük mü?” üçkâğıdı ile terörle mücadele rejimlerini meşrulaştırıp sömürü ve baskıyı derinleştiren kapitalizm, şimdi insanlığın bir diğer kaygısı olan yaşama güdüsüne seslenerek “sağlık mı demokrasi ve özgürlük mü?” sorusunu sorduracak. Hem de “insanların belli bir oranın üzerinde ürememesi için tanrı tarafından yaratılmış bir virüs” yüzünden! Kim ne yapabilir ki! Çalışanların sorunlarını birkaç ay öteleyen makyaj kabilinden kurtarma paketleri, bu arada küresel yağmayı Ay ve Mars’a genişleterek kapitalizmi “evrenselleştirmek”!

Dünyanın genel görünümü bu olmakla birlikte bize özgü başka elverişsiz koşullara da denk geldi korona virüs salgını. Akademinin çökertildiği, biliminin yaşamdan kovulduğu, sağlığın kamusal niteliğini yitirip bir rant sektörüne dönüştürüldüğü, sağlık şarlatanlarının en üst düzeyde kabul gördüğü, eleştirel düşüncenin terör sayıldığı, yüz yıllık birikimlerin haraç mezat satıldığı, hukuk devletinin iflas ettiği, ucube “lümpen bir rejimin” deneysel aşamasında yakalandık salgına. Bakınız; kamuya açık ilk sanal bakanlar kurulundaki diyaloglar!

Ama en kötüsü halkın/cumhurun/ulusun/milletin “çözüldüğü” bir toplumsal duruma denk geldi. Bu kavramların yeniden üreteni olan sosyal devlet uygulamaları, kaygıda ve tasada ortaklaşmak bir yana, yardımlaşmak, bağış yapmak ve dayanışmak gibi en basit faaliyetler bile suç sayılıyor ve bu düşmanlaştırma toplumun önemli bir kesimi tarafından alkışlanıyor. Ülkeyi ileriye taşıyacak muhalif yapılarının çoğunun zihninin iktidar tarafından “ele geçirildiği” bir siyasi iklim de eklenince, nerede ise tartışmasız kabul edilen “hiç bir şey eskisi gibi olmayacak” tespitini sorgulamamızı, en azından temkinle yaklaşmamızı gerektiriyor. Benzer iddialı tespitlerin yanlışlandığını da unutmayalım.

Rejimin ana karakterinin devam ettiği hatta salgını, göklerden gelen ikinci bir “lütuf” olarak gördüğü tartışmasız. İşte birilerinin “keyfi yerinde” olsun diye yapılanlar, sosyal medyada belli bir tepkiyi alınca yapılanlar, iş bırakma yasakları, halk canının derdinde iken kayyum atamaları, muhalefet partilerinin ve belediyelerinin düşmanlaştırılmaya devam edilmesi, infaz teklifi, sözde önlemlerin sermayeye dönük olması… Tüm bunlar şunu gösteriyor: en kristalize olmuş ve gözü kara kapitalist rejimlerden birisi bizde! Azıcık ayakta durabiliyorsak “eski” Türkiye’nin tortuları sayesinde! Çiller’in yıkmakla övündüğü en “en son sosyalist devlet” yerine kurulan rejim işte bu rejim!

Fark etmemiz gereken ise; cila yeni dökülmedi ve salgın da, salgınla mücadele de sınıfsal. Korona virüse atfettiğimiz birçok şey zaten apaçık ortadaydı. Rejimin niteliği, kapitalizmin/neoliberalizmin yağmacılığı, hatta bugünler “birilerince” hep dile getiriliyordu. Şimdi bunlar dile getirilirken “sağ sol kalmadı, tarihin sonu liberalizm, burası Norveç mi? Bu halk anlamaz, ama halkımız muhafazakar ” vs. diye dalga geçip konformizmin kollarında siyaset yapanlar sosyalistleri solladılar!

Dökülen bir cila varsa o da işte bunların cilaları.

Neyse, onlarla da hesaplaşılır! Ama öncelikle şu salgın belasını atlatmalıyız ve atlatacağız da. Bilim ile, dayanışma ile…

Sağlıcakla.