Attila Aşut

yazievi@yahoo.com

RTE’nin “Çılgın Projesi” bütün boyutlarıyla tartışılıyor. Uzmanlar, “Kanal İstanbul”un doğaya, çevreye vereceği zararları; yol açacağı güvenlik risklerini; ülke ekonomisine getireceği yükleri bir bir anlatıyor. Ben bunları yineleyecek değilim. Köşemizin adı “Dilin Kemiği” olduğuna göre, “Kanal İstanbul” dayatmasına Türkçe’nin penceresinden bakmak istiyorum.

Son yıllarda Türkçe tamlamaları Batı dillerinin mantığıyla tersyüz etme modası çıktı. Özellikle kültür-sanat kurumlarının adlarında gözlemliyoruz bu yozlaşmayı. Örneğin “Modern İstanbul” yerine “İstanbul Modern” ya da “Modern Cer” yerine “Cer Modern” gibi adlar kullanılıyor…

“Kanal İstanbul” da -eğer arkasında daha derin ilişkiler yoksa- bu özentinin yeni bir örneği. Ama son örnek olmayacağı çok açık…

Okurumuz Nedim Bayram da benzer bir yorumda bulunmuş: Kanal İstanbul adı bile, bunun Okyanus ötesinin projesi olduğunu kanıtlamaz mı? Doğru Türkçe tamlamanın İstanbul Kanalı ya da İstanbul’un Kanalı olması gerekmez mi? Bu çeviri kokan adlandırma, aslında ‘Canal Istanbul’ olmasın!”

Zaten ortada henüz ne fol ne yumurta varken, bu suyolu çevresindeki arazilerin Katar şeyhlerince paylaşılması da gösteriyor ki ayrıntıları “devlet sırrı” olarak saklanan Kanal İstanbul, çoktan Araplara pazarlanmış. Güncel dille söylemek gerekirse, “parsel parsel” satılmış!

RTE, İstanbulluların hukukunu savunan Anakent Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nu, “Sen otur işine bak!” diye azarlıyor.

Bu “yeni devlet dili”yle de RTE döneminde tanıştık! Ama alışmadık, alışmayacağız!

Ne demek “Sen işine bak”?

İmamoğlu tam da işini yapıyor zaten!

16 milyon İstanbullunun sorumluluğunu taşıyan seçilmiş Belediye Başkanı bu konuda konuşmayacak da kim konuşacak?

“İsteseniz de istemeseniz de bu Kanal yapılacak!” diyor RTE. Neymiş efendim, İstanbul’un “marka değeri” artacak, dünyada “sükse” yapacakmışız!

Demek ki bütün bu dayatmalar, gösteriş ve rant için!

HAFTANIN NOTU

Deli Murat”ın düşleri!

Ankara’da şiir ve düş delisi bir insan yaşar: Murat KoçakKHK mağdurlarının Konur Sokağı’ndaki eylemleri sırasında, İnsan Hakları Anıtı önünde her gün bağıra bağıra şiir okurdu. Polisler, “deliliğine vererek” ona ilişmezlerdi! Şiirle yatıp kalkan Murat, birkaç şiir dergisi ve seçkisi çıkardı. Hepsi de güzel yayınlardı. Ama destek göremeyince sürdüremedi.

Onun büyük düşlerinden biri de "şiirevi" açmaktı. Varını yoğunu ortaya koyarak bu düşünü gerçekleştirdi. Kızılay'ın göbeğindeki bakımsız sokaklardan birinde, Hatay Sokağı'nda, A Şiirevi bir çiçek gibi açtı! Murat Koçak bu mekânı gerçekten dişiyle tırnağıyla oluşturmuştu. Kendi elleriyle boyadı, dekore etti; piyanodan bağlamaya, çeşitli çalgılarla donattı; şiir kitaplarından oluşan özel bir kitaplık kurdu. Yetmedi, Şiirevi'nin bir salonunu "Oda Tiyatrosu"na dönüştürdü...

Murat kardeşimiz, bütün bu işlerin arasında şiir yazmayı da savsaklamıyor. "Yeni Gün Meyhanesi"nden sonra, yakınlarda "Kın ve Susku" adını verdiği toplu şiirleriyle çıktı karşımıza.

Murat Koçak, bu kitabıyla şiire veda ettiğini söylemiş ama ben buna inanmıyorum. Çünkü onda ne şiir biter ne de düş! Zaten şiirinin satır aralarında saklı özyaşamöyküsünü yazmakmış yeni düşü…

"Kın ve Susku" için bir "dostluk ve vefa kitabı" diyebiliriz. Neredeyse tüm şiirler, Murat Koçak'ta iz bırakmış insanlara adanmış. Eksik olmasın, kitabının "Anakara" bölümünde, "Yazın hayatımın başlangıcından bugüne üzerimde emeği olan özge insanlar" arasında benim adımı da saymış. Onur duydum!

A Şiirevi, şiirseverlerin desteğine ve dayanışmasına gereksinim duyuyor. Bu mekân elbirliği ile yaşatılmalı; sevgili Murat Koçak'ın sınırsız düşlerine ve yaratıcı coşkusuna hepimiz ortak olmalıyız.