Üç yaşında sonradan uğruna türkü havalandıracak kadar âşık olan, 6 yaşında geçim derdine ortak olan, ilk düzgün bağlamasını -çaresizlikten- kendisi yapan, sonra beğenene bağlamasını veriveren, mahcupluğundan babasının yanında bağlama çalamayan, Zeki Müren’in (şevkten) kafasını duvarlara vurmasını tesis eden adamın yarım yamalak incelenmiş hayatı elbette bir derya

Çilingirin mahcup dâhisi: Neşet Ertaş

FERİDUN NÂDİR

feridun.nadir@buyukkeyif.com - RAKI BEYAZI

***

Rakı sofrasında ne dinlenir?
Bu, meze olayı kadar olmasa da bir uçsuz tartışma. Kesin olan şu ki, en fazla dinlenen iki isim vardır: Neşet Ertaş ve Zeki Müren.
Bambaşka hayatlardan gelseler, biri kent öbürü köy çocuğu olsa da aynı hayatı yaşadılar. Derin bir hüzün var her ikisinde de. Her ikisi de yorgun öldü. Her ikisini de “bizim memleketin” tuhaf halleri yordu. Birer gün arayla geçen hafta öldüler. 24 Eylül 1996’da Zeki Müren (64), 25 Eylül 2012’de de Neşet Ertaş (74).
Zeki Müren hakkımızı saklı tutup Neşet Ertaş yazalım bu hafta.

Ertaş, bir ehlikeyif ve yaratıcı aşiretin göbeğine bir abdal olarak doğdu. Abdallar; çalıp oynayıp yaşayıp giderlermiş. Dokuz abdal bir kaşıkla geçinirlermiş de eşeklerini kurt yermiş kaşık sesinden duymazlarmış. Aynı dokuz abdal bir kilimde uyurmuş, iki padişah bir kilime sığamazmış.

Abdallar, bu dünyaya on numara büyük. Kıskandıracak derecede beraber yaşama ve barış uzmanları. Mala mülke, makam mevkiye zerre kapılmadan, neşeden zevkten ödün vermeden, saygıda kusur etmeden yaşayıp giden, tamamı müzisyen bir aşiret. Yavaş yaşama pratisyenleri. Kaygusuz Abdal, Pir Sultan Abdal başka nereden çıkabilirdi?
Durumu Neşet Ertaş / Bayram Bilge Tokel söyleşisinden özetleyelim: “Yine bizim aşiretten birinin babası ölmüş, başsağlığına gelenlere babasını şöyle anlatıyormuş: Benim babam bir ölüm öldü, bir elinde rakı, bir elinde esrail! Allah böyle ölümü herkese nasip eylesin...”

Muharrem Ertaş’ın zamanına kadar müthiş bir özgürlük içinde yaşar giderler Abdallar. Biraz “devrin değişmesi”, biraz zorunlu iskân yasaları, millileşme politikaları ve sair yüzünden abdallar sefaletle tanışır.

Netice? Maalesef ölüm.
Hesap basit: Ertaş öncesinde müzik kayıt edilemiyordu. Bugün dahi kısır olan akademik çalışmalar hiç yoktu. Buna rağmen o devirden yüzlerce isim sayılabiliyor. Muharrem Ertaş’tan sonrasını saymaya çalışalım: Neşet Ertaş, Çekiç Ali, Hacı Taşan, Erol Cöke. Bitti. Hadi siz gayet tartışmalı Ekrem Çelebi ve Şemsi Yastıman isimlerini de katın. Zorlayarak altı isim sayabildik.

Otantik müzikler zordur. “Orası” için yapılmıştır. Oradan dışarı çıkıldığında alışkın olmayan kulaklar yadırgar. Neşet Ertaş yaptığı müzikle bir mucizeyi gerçek kıldı. Öyle besteler yaptı ki o güzelim bozlakları hepimizin kulaklarına “ayarladı”, evcilleşti. Bayram Bilge Toker buna “Makul tavizler verdi” diyor.
Neşet Ertaş hem her ölümlünün modunu değiştirmeye muktedir bir müzisyen, hem de babasından öğrendiğini kitlelere uygun hale getirmiş bir mühendis, mahcup bir dâhiydi.
Bu evcilleşme neticesinde limitli bir dinleyiciye ulaşabilen bu müzik bütün Türkiye’ye mal oldu. Milyonlara mal olurken ölen bir gelenekten bahsediyoruz.

Buraların müziği buraların devletinden çok çekti. İki kere Türkiye’nin müzikleri yasaklandı Türkiye’nin radyolarında. Batılılaşacağız diye aşağılandı bu müzik. Köylerden bağlamaların jandarma zoruyla toplandığı söylenir. TRT isimli o müzik düşmanı kurum güya türküye sahip çıkarken bir örnek kravatlı adamlara bağlama çaldırdı. Bağlama çalıştaki tarzı, kişiye özelliği yedi bitirdi. Zorlama “yöresel ağızlar” denedi. Aynı müzisyen bir Denizli türküsünden sonra bozlak okuyabildi. Çakma aksanlarla. Nida Tüfekçi, “anonim olmayan müzik türkü olmaz” gibi ipe sapa gelmez bir itikat uğruna Neşet Ertaş’ın TRT kayıtlarını sildi, katletti.

Bunlar zulüm tabii. Ama sadece hızlandırıcı sebepler. Halk müziğinin cenazesini sağlayan ortam daha çok maalesef içinde yaşadığımız hayattaki koşturma merakı. Türkü ehlikeyif işidir. Koşturmaya gelmez.

Ortada Neşet Ertaş gibi bir dahi yoksa bir türkü yıllarla oluşur. Birisi dertlenince yahut neşelenince bir türkü “havalandıracak”, civarı sevecek, yıllar içinde optimize olacak ve uzun yıllar sonra nüanslarla söylenen, sahibi belirsiz bir eser haline gelecek. Kimsenin artık buna vakti yok. O birisi hüzün yahut neşe basınca Tweet atıyor yahut cepten arıyor.
Türkiye’de doğal gelişime müdahale Türkünün evrilmeden devrilmesini sağladı. Devrildiği yerde duruyor.

Buraların en kıymetli isimlerinden Muharrem Ertaş sefalet içinde gecekondu köşesinde öldü. Hakkında bırakın kitabı, akademik çalışmayı, eli yüzü düzgün makale yazılmadı, fotoğrafı çekilmedi, kayıt yapılmadı.

Memleketin pek çok bakımdan en verimli bestecisi, enstrümantalisti ve icracısı Neşet Ertaş da sefalet içinde yaşadı.
Üç ay Yugoslavya’da sadece yanında kimlik olmadığı için hapis yatarken bu devletin hiç bir unsuru sahiplenmedi. Hasan Saltık isimli muhterem bütün korsanlarını mahkemeye verip topladığı parayı olduğu gibi Ertaş’a vermeseydi o da muhtemelen son yıllarını sefalet içinde geçirecekti.

Üç yaşında sonradan uğruna türkü havalandıracak kadar âşık olan, 6 yaşında babası askerdeyken köylerden bulgur-un toplayıp geçim derdine ortak olan, ilk düzgün bağlamasını -çaresizlikten- kendisi yapan, sonra beğenene bağlamasını veriveren, sırtında bağlaması memleketin her bir köşesini gezen, bütün Türkiye adını biliyorken mahcupluğundan hâlâ babasının yanında bağlama çalamayan, Zeki Müren’in (şevkten) kafasını duvarlara vurmasını tesis eden adamın yarım yamalak incelenmiş hayatı elbette bir derya.

Umarım artık halk müziğine itibarı iade edilir; paralar harcanır, sözlü tarih çalışmaları, alan araştırmaları yapılır. Türkü barlardan Cemal Reşit Rey’e doğru sınıf atlar. Erkan Oğur’un dediği gibi, “En eski müzik, en yeni müziktir.” Yarın bugüne kalanlar da masal olunca daha çok ağlarız.