Çin, Dünya Ticaret Örgütü’ne (DTÖ) üye olurken dünya pazarlarına diğerleriyle eşit koşullarda rahatça erişebilmeyi amaçlamıştı. O günlerde DTÖ’yü Çin’e baskı yapma ve kontrol etmenin bir aracı olarak gören ABD, Çin’in örgüte katılımını olumlu karşılamıştı. Bugün, ABD’nin yaptırımlarına karşı Çin’in uyguladığı karşı yaptırımları haklı bulan DTÖ, Trump’a göre “Çin için çalışan bir örgüt”. O yıllarda (20 yıldır) Çin, başta tekstil ürünleri olmak üzere ucuz işgücüne dayalı orta kalite mallar üretiyordu. Üretimi geliştirmek ve çeşitlendirmek için Batı’dan büyük miktarda makine-ekipman ithal ediyordu. Bu haliyle batı için ekonomik tehdit arz etmiyordu. Aksine, batıdaki mağazaları dolduran herkesin alabileceği kadar ucuz Çin malları refah artışı bile sağlıyordu.

Batı, öncelikle ABD, nüfusunun yüzde yetmişi yoksul köylü olan bu az gelişmiş ülkenin “ucuz mal sağlayan üretim üssü” olmaya devam edeceğini varsaydı. Zira o günkü Çin’den bugünkü Çin’in doğacağına kimse ihtimal vermiyordu. Ayrıca, zaman içinde, ekonomik bağımlılık ilişkileriyle Çin’i bir “yarı-sömürgeye dönüştürebilmeyi umuyordu. Bu süre içinde Çin’e doğrudan ABD veya güdümündeki uluslararası kurumlar tarafından yapılan liberalleşme yani kapsamlı bir özelleştirme, özellikle bankacılık sisteminin özelleştirilmesi, siyasi reformlar yapılması yönündeki baskılar Çin’i yarı sömürgeleştirme veya en azından kontrol etme niyetleri olarak okunmalıdır. (Bu yazdıklarımın bir ABD’li eski diplomatın ağzından diplomatik dille itirafı için 19.06.2019 tarihli “ABD, Çin’i yanlış mı anladı” başlıklı yazıma bakılabilir).

ABD ve uzantısı uluslararası kurumlar Çin’e özellikle “bankacılık sisteminin özelleştirilmesi” ve “siyasi reformlar yapılması” gibi iki konuda baskı yapmaya çalıştı. Çin’in ulusal bankacılık sisteminin uluslararası finans-kapitalin eline geçmesinin ne demek olduğunu sanırım yazıyı okuyan herkes kolayca anlayabilir. O yüzden üstünde durmayacağım. “Siyasi reform” zorlamaları ise palazlanan Çinli kapitalist sınıfın siyasal temsilini ve böylece ÇKP’yi ideolojik ve yönetim gücü olarak zayıflatmayı amaçlıyordu. Fakat kapitalist sınıfın bağımsız temsilinin mümkün olmadığı anlaşılınca, ABD, planını bu sınıfın ÇKP’yi “fethetmesi” şeklinde değiştirdi. Kapitalistlerin ÇKP’ye üye kabul edilmeye başlaması hem ABD’nin kapitalistler üstündeki “ÇKP’nin fethi” niyetlerine verilen bir cevap hem de bu sınıfa “temsiliyeti nasıl ve kimler aracılığıyla aramaları, çıkarlarının nerede olduğu ve işbirliği” konusunda verilen bir “açık mesaj” olarak görülmelidir. Nitekim o gün bu gündür (hatta daha öncesinden beri) ÇKP’nin bu sınıfla ilişkisi “mükemmel” sayılır.

ABD’nin “liberalleşme” çağrılarının (kısmen) ÇKP kadroları arasında ama ağırlıkla ÇKP dışında taraftar bulduğu söylenebilir. Bunlar, Deng Xiaoping ekolünün devamcıları (aralarında Deng’in oğlu da var). Reformların liberalleşme yönünde ilerletilmesini ve emperyalizmle karşı karşıya gelinmemesini -uzlaşılmasını, yani taviz verilmesini- savunanlar. İşin doğrusu şu ki, bu insanlar ABD’nin Batılı “liberal” çevrelerin reformcuları desteklemek adı altında yürüttüğü “lobi faaliyetleri-ilişkiler” aracılığıyla edindiği hempalar. Şimdi ÇKP içinde tasfiyeye uğrayan ve Batı basınının “Şi Cinping muhalifleri tasfiye ediyor” diye ağıt yaktığı insanlar çoğunlukla bunlar. Parti kadrolarından, görevlerinden ve göz önünden uzaklaştırılıyorlar. Batının ÇKP içindeki bu “muhalifleri” neden dert edindiği gayet açık. Oysa muhalif deyince benim aklıma Dushu (okuma) dergisi çevresi (ki çok popüler bir dergidir) ve Monthly Review dergisi yazarları gibi “Yeni Solcular” geliyor (başlarına bir şey geldiğini görmediğim). “Muhalifler (hempaları)” için ağıt yakan batılı “liberal” çevrelerin bu sosyalist muhaliflerden söz ettiğini ise hiç duymadım. Batının liberal demokrasisini kutsamayan, liberal değerlerini üstün hatta biricik görüp tapınmayan bu muhalif sosyalistlerin onların radarının dışında kalmasında garipsenecek bir şey yok.

Tekrar başa dönersem, Çin, devrimden (1949) sonra kurulan sanayi alt yapısını büyük ölçüde koruyarak, modernize ederek ve bilim-teknolojiye büyük yatırım yaparak sanayileşmeyi başardı. Çin’in yarı-sömürgeleşmesi hayali görenlerin aksine, bu ulusal kalkınma modeli temelinde bir sanayileşmeydi. Kendi teknolojisini ve sanayi altyapısını da üreten bir sanayileşme… (devam edecek)

VİETNAM’A DAİR

Daha önce Vietnam’a dikkat çeken bir-iki yazı yazdım. 19.06.2019 tarihli “ABD, Çin’i yanlış mı anladı” başlıklı yazımı “ABD, on yıl sonra Çin+Vietnam’la uğraşmak zorunda kalacak” diye bitirmiştim. AB ile Vietnam arasında geçen yıl imzalanan Serbest Ticaret Anlaşması yakınlarda yürürlüğe girdi. Çin’in orta kalite mal üreten firmaları yavaş yavaş Vietnam’a yerleşirken Batı’dan da ciddi yatırım çekiyor. Bu yılki (düzeltilmiş) ihracat beklentisi 200 milyar doların üstünde. Çin’e ilgi duyan iktisatçı dostlara Vietnam’a özel bir ilgi göstermelerini öneririm. Bence yeni bir Çin doğuyor, üstelik Çin’in de desteğiyle…