Travmatik yaşantılarda söz yoktur. Bir koku, bir görüntü, bir ses, bir dokunuş, bir çağrışım belleğimizi alt üst edebilir. Alakasız olaylara verdiğimiz duygusal ya da fiziksel alakasız tepkiler, travmanın dallanıp budaklanabilme gücünü göstermektedir bizlere

Cin Aynası’nın gör dediği

TUĞÇE ISIYEL / tugceisiyel
Psikoterapist

Bazı kitapları beklemenin ve onlara kavuşmanın tadı bambaşka.

O kitapları sindire sindire okumak, içselleştirmek, yazarın sesiyle kendi sesinizi bütünleştirmek ya da ayrıştırmak ne kıymetli.

Ercan Kesal’ın çıkan her kitabı yeni bir heyecan kaynağı oluyor benim için. Memleketten abim gelmiş de acaba bu sefer bize ne getirmiş hissiyle başlıyorum okumaya.

Cin Aynası, yazarın dördüncü kitabı. Bellekleri silkeleyen bir kitap. Bu sayede de yaşanmışlıkları tazeleyen, onlara yeniden bakmamızı sağlayan bir aracı. Bu yenidenlik içerisinde de yaşantıları dönüştürmemizi sağlayan bir şifacı.

Yazarın, psikanalize ve sinemaya yaptığı göndermeler ise kitabı benim için çekici hale getiren diğer noktalar.

En baştan belirtmek isterim ki bu bir kitap tanıtımı ya da eleştiri yazısı değil. Zaten hali hazırda kitap hakkında çok besleyici, düşündürücü yazılar yazıldı, yazarıyla pek keyifli röportajlar yapıldı. Şu an okuyor olduğunuz bu satırlar ise, Cin Aynası’nın bana düşündürdüklerini kaleme alma denemesi sayılabilir. Önce yazarı anlamaya çalışmak, anladıkça zihnimin gıdıklanması, gıdıklandıkça kendi düşüncelerimin peşine takılmam bu yazının kaleme alınmasındaki temel motivasyon kaynaklarım arasında.

Cin Aynası’nda Ercan Kesal’ın kişisel tarihiyle toplumsal tarih arasında gidiş gelişleri, okuyucu olarak bizleri de peşinde sürüklüyor. Ve kitabın nesnesi değil, öznesi konumuna geliyoruz, kendimizle ve toplumumuzla yüzleşecek alanlar yaratıyoruz. Toplumsal acılarımıza dokunuyoruz tekrar, el birliğiyle tutulmayı bekleyen yaslarımızla karşılaşıyoruz.

Türkiye, ne yazık ki yasların tutulamadığı hatta yas tutmanın engellendiği bir ülke. Çok uzun bir süredir neleri unutmamız, neleri unutmamamız gerektiğine, hangi yasların “dışarıya” çıkartılıp tutulmaya değer olduğuna, hangilerinin “içeride” kalması gerektiğine devletin belleği karar veriyor.

Freud’a göre, ruhsal acıların kökeninde hatırlanabilenler değil “unutulanlar” vardır. Bizim toplumumuz için buna “unutturulanlar” da diyebiliriz.

Travmatik yaşantılarda söz yoktur. Bir koku, bir görüntü, bir ses, bir dokunuş, bir çağrışım belleğimizi alt üst edebilir. Alakasız olaylara verdiğimiz duygusal ya da fiziksel alakasız tepkiler, travmanın dallanıp budaklanabilme gücünü göstermektedir bizlere. Travma bilinçdışımızda köklenip, bedenimizde meyvesini verir. Travmayı yaşayan veya buna tanıklık eden kişiler çok uzun bir süre zihinlerinde aynı olayı evirip çevirip yeniden kurgulamaya, yeniden düzenlemeye çalışabilir. Bu o yaşantıyı simgesele dönüştürme işlemidir. Çünkü ruhsal hakikat, ancak simgesel düzen içinde inşa edilebilir. Ruhsal “uzlaşmaya” giden yol sembolizasyon sürecinden geçer.

Öyküleştirilemeyen, yani sembolize edilemeyen travmatik her anı, kişiyi yeniden travmatize edecektir. Bu noktada sosyal destek sistemlerinin devreye girmesi çok önemlidir. Her acı biriciktir, ancak birlikte konuşabilme, birlikte anlamlandırabilme, birlikte düşünebilme kişiyi yeniden umutlandıracak önemli adımlardır.

Bu birlikte konuşabilme durumu, birileri tarafından “öteki” addedilen bir grup kişinin, kendi içlerinde toplanıp olan biteni konuşup paylaşmaları değil elbette. Bu durum kapalı bir sistemi de beraberinde getirir ve toplum içinde kutuplaşmaların, birbiriyle empati kuramamaların, tektipliliğin artması riskini taşır. Bir odada uzun süre havasız kalmak, nasıl ki o odada yaşamayı güçleştirirse, o kapalı sistem içerisinde var olan kişiler de er ya da geç ruhsal olarak çölleşecektir.

Yas tutma süreci, yas tutan kişinin ya da toplumun, yitirilen şeyin zihinsel temsilini hatırlamak yani sembolize etmek, o anıyı gözden geçirmek ve bu ilişkiyi anlamlandırmak üzere başvurduğu bilişsel etkinliklerin tümüdür. Travmatik kayıplar ardından tutulan yas, mağdurun travmatik olayın ona acı verici hisleriyle bozulan öyküsünü, söz öncesine kilitlenmiş, bedende mühürlenmiş travmatik yaşantıyı söze dökerek, sembolize ederek yeniden yazmasıdır. Hatırlama, birey veya topluluğun kendi kendine, kendi içinde yaptığı bir çalışma değildir. Hatırlama ancak ötekinin varlığında ötekiyle, yani tanıklarla birlikte yapıldığında anlam kazanabilir.

Ercan Kesal, Cin Aynası’nda toplumsal olarak yaşadığımız travmatik anılarımızı söze dökerek, belleklerimizi şifalandırıyor. Tanıklık ediyor, tanıklık ettiriyor. Eski(meyen) defterleri açıyor. “Unutmak ihanettir çünkü” diyor. Hatırlatıyor. Gösteriyor. Ve bunu hoyratça değil, çok naif bir yerden yapıyor. Yarayı açmaya vesile oluyor ancak yarayı öyle bırakmıyor, pansuman yapabilme gücünün varlığını da sezdiriyor okuyucusuna.

Cin Aynası’nı okumaya başladığım sıralarda okullar yeni açılmıştı. Öğrencilere 15 Temmuz Darbe Dirişimi'yle ilgili broşürler dağıtılmıştı. Broşürdeki “15 Temmuz Sözlüğü”nde ise “cumhuriyet, demokrasi, meclis, darbe, cunta, FETÖ/PDY” kavramlarının anlamları açıklanıyordu.

Evet 15 Temmuz korkunç bir geceydi ve elbette unutulmamalıydı.

Peki ya yaşadığımız diğer korkunç geceler, günler? Onları ne kadar hatırlıyoruz ya da ne kadarını unutmaya çalışıyoruz? Ne için, kim için unutmaya zorlanıyoruz? Unuttuklarımız daha sonra bize nasıl dönüyor? Unuttukça insanlığımızın eksildiğini ne kadar farkındayız?

15 Temmuz sözlüğü gibi bir sözlük daha yapılsa ve içinde faili meçhul, Cumartesi Anneleri, barış, özgürlük, katliam, Ermeni Soykırımı, linç, 12 Eylül, faşizm, vicdan gibi kelimelerin anlamları da açıklansa...

Unuttuğumuz yerden yara alıyoruz. Hem de nasıl köklü yaralar...

Hatırladıkça yaralarımızı saracağımızı ne zaman öğreneceğiz?

Hatırlamaya vesile olan Ercan ağabey’e sevgiyle. . .