Bugün koronavirüse karşı ülkede iki farklı tavrın sergilendiğini görüyoruz. Birincisi yukarda bahsini ettiğimiz, virüsü önemsemeyen ve “Müslümana bir şey olmaz” diyen, dini referanslarla hareket eden kitlenin tavrı; diğeri ise virüsten korunmanın rasyonel yol ve yöntemlerini arayan, bilimsel referanslarla yaşayan daha küçük bir topluluğun tavrı.

Çin’de bir kelebeğin kanat çırpması dünyada fırtınaya dönüştü

Serhat Halis

Ünlü matematikçi Edward N. Lorenz, 1963 yılında hava durumu ile ilgili hesaplamalar yaparken bir modelleme geliştirdi. Bu modelleme daha sonra adına “Kelebek Etkisi” denecek teoriden başkası değildi. Lorenz’in çalışmasının bir parçası olan “Kelebek Etkisi” teorisine göre; “bir sistemin başlangıç verilerindeki ufak değişiklikler, büyük ve öngörülemez sonuçlar doğurabilme olasılığına sahiptir”. Teoriyi ortaya attıktan bir süre sonra Lorenz, bugün hemen herkesin bildiği o meşhur cümleyi kurar; “Amazon Ormanları'nda bir kelebeğin kanat çırpması, ABD'de fırtına kopmasına neden olabilir”. Daha sonra Kaos teorisini geliştirecek olan James Gleick ise ünlü eseri Kaos’ta, “Çin’de bir kelebek kanat çırpsa Atlantik’te fırtına çıkar” diyerek; herhangi bir olayın, ölçümlenemeyecek kadar fazla sayıdaki etkenle; basitten karmaşığa doğru büyüyerek ilerleyen bir fenomene dönüşebileceğine vurgu yapar.

Bu teorinin, pratikte yaşam bulduğu bir dönemden geçiyoruz adeta. Çin’de kanat çırpan kelebek, dünyada bir fırtınaya döndü zira. Evet, koronavirüsten bahsediyorum. İlk olarak Çin’de baş gösteren bu virüs, kısa sürede pandemiye döndü. Dünyayı kasıp kavuran korona fırtınasının, Türkiye’yi de etkisi altına alması fazla uzun sürmedi. Virüsün geometrik artış hızına bakılırsa Türkiye, bunu yapması için gerekli zamana sahip olmasına rağmen ilk baştan beri alması gereken hayati önlemleri almadı. Hatırlayın, bilim insanlarının; dini, sanatsal, sportif, ticari ve benzeri her türden toplu etkinliğin yasaklanması yönündeki raporlarına, yetkililer uzun süre kulak tıkadı. Durumun ciddiyeti anlaşılmaya başlayınca ise Diyanet İşleri Başkanı binlerce insanı bir araya toplayarak kalabalık ortamlardan uzak durulması tavsiyesinde bulundu. Aynı günlerde umreden dönen 21 bin kişiden 6 bini karantinaya alındı, geri kalanı ülkenin dört bir yanına muhtemelen virüs taşıdı. Karantinaya alınan umreden dönenler ise öğrencilerin kaldığı devlet yurtlarına yerleştirilince, “Burası ahır” diyerek isyan etti. Bir kısmı otobüsle kaçmaya çalışırken yolda enselendi.

Kendi sağlıkları dışında toplum sağlığını hiçe sayan bu umrecilere göre kutsal topraklardan gelmişlerdi ve kendilerine bir şey olmazdı. Oysa virüs alarmı verildikten iki gün sonra, umreden dönenlerden biri yaşamını yitirecekti. Bugün Türkiye’de, korona salgınının büyük boyutlara ulaşmış olduğuna dair güçlü kanıtlar ve raporlar var. Salgının bu hızlı seyrindeki önemli faktörlerden birinin; hem iktidarın hem de onun güdümündeki geniş yığınların vurdumduymazlığı ve “Müslümana bir şey olmazcı” tavrı olduğunu söyleyebiliriz. Üstelik dini referanslarla hareket eden ve önlem almaya ayak direyen iktidar, salgının zapt edilmesinde yetersiz kalıyor, atması gereken her adımı, iş işten geçtikten sonra atıyor. İktidar bu bağlamda negatif bir işlev görüyor ve salgının istenmeyen bir merhaleye yerleşmesine katkı sunuyor.

Muhtemelen korona salgının istemediğimiz olası boyutlara ulaşmasında liberallerin katkısı yadsınamaz dense, bunun alakasız olduğunu düşünürüz.

Ancak koronavirüsün Türkiye’deki negatif macerası ile AKP iktidarı arasındaki reprodüktif ilişki bu iddiamızı güçlendiriyor.

Liberalizm ve gericilik işlevsel bağlamda muhafazakârdır. “Egemen ilişkiler ağını muhafaza etmek”, ikisinin de (görünen-görünmeyen) temel varlık nedenleri arasındadır. Liberallerin bunun aksini söylüyor olması; onların, iddiamızı kanıtlayan somut gerçekliği karşısında, hiçbir anlam ifade etmez.
Modern çağda ve toplumda gericinin işbaşı yapabilmesi ancak liberalin yardımıyla mümkün olur. Bu gerçeğin ifşası için ne uzun soluklu temrinlere ve derin analizlere ne de cihanın farklı kara parçalarında ve farklı zamanlarında gözlemlenebilir örneklere başvurmaya gerek var. Bu hususta, Türkiye’de, AKP’nin iktidara gelmesi ve gücünü pekiştirmesinde esas dinamonun, liberal sağcılar ve liberal solcular olduğu gerçeğini hatırlamamız yeterli olacaktır. Tıpkı kaos teorisinde olduğu gibi AKP, liberal destek gibi ölçümlenemeyecek kadar fazla sayıdaki etkenle; basitten karmaşığa doğru büyüyerek ilerleyen bir fenomene dönüştü.

Erdoğan ve şürekâsının bugün “şeriat-saltanat” ekseninde yürüttüğü dayatma, esasen son 20 yıldır geliştirdikleri propagandayla beslendi ve büyüdü. Her şey, “üniversitelere başörtüsüyle girilebilmeli” gibi naif ve zararsız görünen bir taleple başladı. Oysa bu söylem, iktidara giden yoldaki kapıyı açan ilk anahtar oldu. Sonraki kapılar ardı ardına açıldı. Anahtarın olmadığı yerde ise kapıları açmak için uygun aparatlar aranıyor ve çok geçmeden de bulunuyordu. Liberal maymuncuklar, direnç gösteren tüm kapıları açmaya uygun aparatlardı.

Bir dönem için teklif edilmesi bile tahayyül edilemeyen gerici uygulamalar, teker teker devlet kurumlarında ve sosyal hayatta yerlerini alıyordu. AKP’nin attığı gerici adımlar karşısında gelişebilecek olası toplumsal refleks ise kanaat önderleri, entelektüeller ve çeşitli akademisyenler tarafından hızlıca törpüleniyordu. Erdoğan’ın önlenemez yükselişinin ve ülkenin bugün bu hale gelişinin en mühim manivelalarından biri olarak liberaller, adlarını tarih sahnesine altın harflerle yazdırıyordu. Sekülerlik tartışması üzerinden yeşeren yeni politik atmosferde, liberaller açık şekilde anti-seküler cephede yer alıyordu.

Bugün korona vakasında, “Müslümana bir şey olmazcılar” ile “bilime sığınanlar” biçiminde kutuplaşmış olduğunu gördüğümüz geniş yığınların varlığı, sekülerlik tartışması üzerinden süren çatışmanın geldiği son aşamayı gösterir. Böylesi bir politik ayrışmanın toplumda son derece gergin bir fay üzerinde yürüdüğünü belirtmeye gerek bile yok sanırım. Esasen bu çatışma son 20 yıla damgasını vuran temel bir toplumsal ve politik eğilim olarak karşımıza çıkar.

Bunu görebilmek için öyle derin bir entelektüel bilgiye ya da tarihin somut tanıklıklarına falan da ihtiyaç yok. Nitekim ülkedeki ortalama zekaya ve mantık kurgusuna sahip birtakım insan, itinayla son 20 yıldır bu gerçeğe dikkat çekiyor. Bunu yaparken de bu tartışmanın taraflarından birinin temel amacının, İslami bir iktidar kurmak olduğunu dillendiriyor. Ne kadar haklı olduklarını somut gerçek bugün kanıtladı.

İşte bu liberallerin desteklediği AKP iktidarının inisiyatifinde yürüyen salgınla mücadele, bu iktidarın aynı zamanda bir halk sağlığı sorunu olduğunu da kanıtlıyor. Bugün koronavirüse karşı ülkede iki farklı tavrın sergilendiğini görüyoruz. Birincisi yukarda bahsini ettiğimiz, virüsü önemsemeyen ve “Müslümana bir şey olmaz” diyen, dini referanslarla hareket eden kitlenin tavrı; diğeri ise virüsten korunmanın rasyonel yol ve yöntemlerini arayan, bilimsel referanslarla yaşayan, daha küçük bir topluluğun tavrı. Aslında bu iki tavır özellikle son 20 yıldır hemen her meselede karşı karşıya geliyor. Bu, yüzyıllardır devam eden “din” ile “bilim” arasındaki kavganın, “siyasal İslamcılar” ve “sekülerler” biçiminde, Türkiye’de açığa çıkan versiyonundan başkası değil. Bu kavganın bu raddeye gelmesi ise İslam’ın Türkiye’de siyasal bir güç olarak iktidara yerleşmiş olmasından kaynaklanıyor. Siyasal İslam iktidarının son 20 yılda; eğitim kurumları, gazeteler, televizyon kanalları, çeşitli medya organları, kuran kursları, spor kulüpleri, yaz kampları ve diğer tüm örgütlenme alanlarıyla, nüfusun önemli bir kısmını gericileştirmiş olduğu gerçeğini göz önünde bulundurduğumuzda; sokak röportajlarında karşılaştığımız, “Müslüman’a bir şey olmazcı, korona bizden korksuncu” tavır daha iyi anlaşılır. Bugün koronavirüs salgınının Türkiye’de önü alınamaz bir biçimde yayılacağına dair emareleri, bu eğitim ve propaganda çemberinden geçmiş insanların neredeyse tamamında görüyoruz. Ürkütücü ama gerçek şu: Çin’de kanat çırpan kelebeğin etkisi; Türkiye’de fena bir fırtınaya dönecek gibi…