Çin’den Amerika’ya

ONUR BEHRAMOĞLU / @onurbehramoglu

Alıp başını gitmek gerekir bazen. Gereken sadece budur. Gidersin.

Yurdun şahdamarındır, şairler bunu bilir; dünyanın öbür ucunda da nabız gibi atacaktır Türkiye. Yine de mesafe gerekir, vaktidir birazcık uzaklaşıp başka göklere bakmanın, başka ve aynı göklere. "Çatlayacak kadar duyarlı, hayatı savunabilecek kadar güçlü” kalbi daha da kavi kılmak için yollar, yolculuklar gerekir bazen; "kendine ait bir oda”dan, kitaplardan ötelere kanatlanmak.

Bir ay içinde önce Çin’e, sonra Amerika Birleşik Devletleri’ne gittim. Çin’e dair iki yazı yazdım yazmasına ama, yazdığımdan fazlasını taşımaktan yorgun belleğime İstanbul’da üst üste iki uluslararası şiir festivalinin, şimdi de New York seyahatimin rengârenk izlenimlerini ekledim. Yine de aklımda hep o birkaç an. Öyleyse onları yazayım:

"Youtube yasak, Google yasak, Facebook-Twitter yasak” düzyazı cümlesinin kupkuruluğu çabucak unutulup gidecek bir şaşkınlık, yaşananların hakikatiyse şiirdir. "Ülkene döndüğünde nasıl haberleşeceğiz?” diye soran Çinli çevirmenine "Facebook-Twitter var ama burada kullanamazsın” dediğinde, "Neden kullanamayayım, akıllı telefonum var!” sözleriyle karşı çıkacak, telefonu işe yaramadığında, "Herhalde burada internet bağlantısı zayıf” diyerek kandıracaktır kendini. Hiçbir yerden bağlanamayacak, çaresizce gözlerinin içine bakıp susacaktır sonra. Başka bir çaresizliği, festival yöneticisi onun kulağına eğilip "Sahneye çıkmayacaksın, üst düzey bir bürokratın kızı burada, senin yerine o çıkacak” dediğinde yaşayacak, çevirilerini sahnede okuma heyecanının yerini alan korkunç hayal kırıklığı içinde neredeyse boğulacaktır. "Bürokrasinizin canı cehenneme, şiirlerimi okumak için ya onları çevirip benim için emek harcayan çevirmenimle çıkarım sahneye, ya da hiç çıkmam!” diyen sesini duyduğunda senin, kıvılcımlanıp alazlanacaktır onun gözleri de.

Şiir festivalinin açılış töreni başka bir acı tortusu bırakmıştır yüreğinde. Ömrün boyunca görüp görebileceğin en görkemli, en kalabalık karşılamadır lakin polis çemberine alınmış alanda konuk şairlerle oturmasına izin verilenlerin tek tip kıyafetleri-şapkaları, dışarda tutulanların kopkoyu yoksulluğudur sende iz bırakan. Çekik gözleri kocaman kocaman açılmış gibi görünür, zira her biri dikkatle bakmakta, izlemekte, küçücük çocuklarını kaldırıp seni onlara-onları sana göstermektedirler. Polise aldırmayıp yanlarına gider, çocuklarının başlarını okşarsın; dünyanın bütün halklarının o tarifsiz içtenliği, candan sevgisi, insanı oracıkta kederden öldürebilecek sıcaklığıyla bağırlarına basarlar seni. Kırmızı halılar, televizyon röportajları, Hollywood ya da rock yıldızlarına gösterilebilecek kertede abartılı hayranlık bir tek şeyin ispatıdır: Bu insanlar kandırılmakta, seni ve diğer şairleri ünlü birileri sanmaktadırlar. Denetim altındaki bir medya ile bunu böyle sunmak dünyanın en kolay işidir. Orwell’in 1984’ü oradadır, gözlerinin önünde. Bütün kara ütopyaları dünyanın, oradadır. Ve bütün gözleri, "cümle yitikler, mağluplar, mahzunların…” Ve bir gün mutlaka yenecek olanların gözleri, orada!

New York’ta da yolun düşecektir Çin Mahallesi’ne. Empire State binasının 86. katından dikkati çekmez, Brooklyn Köprüsü’nden görülmez, Özgürlük Heykeli’nin hiç mi hiç umurunda değildir, Atlas Okyanusu kıyısındaki Coney Adası’nın curcunasında da akla gelmez ama bir buçuk milyarlık devasa ülkelerinde bir onlara yer yokmuşçasına ABD’ye göçmüş insanlar da oradadırlar işte! Çin’de kaplumbağa getirilip konulmuştur masaya; o güzelim canlıya nasıl kıyılabildiğini aklın almamış, açlıktan kültürel farklılığa nice açıklamalar bulmaya çalışmışsındır. "Pek çok hayvanı öldürüp yiyoruz ama kaplumbağa kadar çaresiz bir hayvana kıyabilmenin ürpertici bir yanı var” diye düşünürken, mahalle berberindeki sohbette yirmi yıllık dostuna bunları söylerken, köydeki çocukluk yıllarında kaplumbağaların kabuklarını kırıp içlerine baktıklarını, sırf meraktan bunu yaptıklarını anlatmıştır dostun, "Cinselliği de hayvanları izleyerek öğrendik, kazısan daha neler, ne zalimlikler, nasıl bir şiddet yükü patlayıp çıkar bilinçaltımızdan” diye de eklemiştir. New York’un Çin Mahallesi’nde, binbir canlının pişirilip sofraya konulmak üzere satıldığı pazar yerinde binbir acaip kokuyu soluyarak dolaşırken böyle şeyler düşünsen de, parkta Çinli çocuklarla oyunlar oynayan oğlunu izlerken sevinçli bir şarkının melodisine dönüşecektir hayat, insanın insanla kardeşliğini anlatan sevinçli bir şarkının melodisine.

Şehirdeki son gününde Manhattan’dan Brooklyn’e giden son metroya binerken karşına çıkan Çinli kadın ise, insanı insanın kurdu yapan kapitalizmin neşterini dayayacaktır boğazına. Her biri üç adam boyutunda üç ayrı çöp torbasını, sadece pet şişelerden oluşan yükünü bir sopaya sıralayıp sırtlamış, iki eli teslim olmuşçasına-çarmıha gerilmişçesine iki yanında, iki büklüm, neredeyse yüzü yere değecek denli iki büklüm, belki birkaç dolar uğruna gücünün son kırıntılarını harcayarak çalışan yaşlı Çinli kadın. Çok ama çok yaşlı bir kaplumbağa kadar, kapitalizmin kabul edemeyeceği kadar yavaş ve terk edilmeye, yok sayılmaya, atık muamelesi görmeye, ölmeye yazgılı.

Çin Mahallesi’ndeki Budist tapınağının kapısından çektiğin fotoğrafta, yaşlı Çinli kadının ve her birimizin hayatlarının hırsızı -cami ya da kiliseye benzeyen binada konuşlanmış uluslararası bir bankanın şubesi- arsızca sırıtmaktadır. O sırıtış, hızımız kaplumbağa hızı da olsa hayatı insana yaraşır kılma mücadelemizi, o tapınakları yıkıp paraya kulluğu yok etme azmimizi harlayacak sırıtışıdır sırtlanın. Bunca şiddet yükünün biriktiği dünyada ve bunca yoksulluk varken, Lenin’in "Ne Yapmalı?” sorusunu tekrar tekrar sorduran.

Ne yapmalı?

Çin’den Amerika’ya kadar her yere ve "her şeye öyle bir ayar vermeli ki, ramak kalsın patlamaya!”