Çin’e komünizm ideallerinin karşılık bulduğu bir proletarya devleti gözüyle bakmak doğru olmaz. Neresinden bakarsak otoriter bir devlet kapitalizmiyle karşı karşıyayız. Ne var ki Çin’in ekonomide ciddi bir sıçramaya imza atıp, ABD’yle her konuda boy ölçüşebilen başarılı bir ulusal kalkınma örneği sergilediği de ortada...

Çin geçen hafta 1949 devriminin 70. yıldönümünü kutladı. Mao Zedong’un “halk kurtuluş savaşının” kazanıldığını ilan ettiği Tiananmen Meydanı’nda görkemli törenler düzenlendi. Kıtalararası nükleer füzeler, kaz adımlarıyla yürüyen 15 bin asker, 1949’da sadece 17 uçaktan oluşan bir filoya sahip yoksul ülkenin jetlerinin semaları fethetmesiyle adeta bir gövde gösterisi yapıldı. Mao’dan sonra en güçlü lider kabul edilen Xi Jinping geleneksel gri elbisesiyle “hiçbir güç bu büyük ulusun statüsünü sarsamaz” sözleriyle yurttaşların gururunu okşadı.

Evet Çin bir yandan Hong Kong’da yükselen protestolar, ABD’yle ticaret savaşları, Sincan Uygur bölgesindeki huzursuzluk, komşularla Güney Çin Denizi’ndeki kıta sahanlığı gerginlikleri gibi çok yönlü sorunlar yaşıyor. Öte yandan iddialı ekonomik büyüme ve kalkınma hamlesi artan gelir ve servet eşitsizliklerine karşın hız kesmiyor. Şu ana kadar ortalama yurttaşın refahının kesintisiz biçimde artması, “toplumsal çalkantılara” fren koyan en önemli etmen gibi görünüyor. Başta yapay zeka ve 5G teknolojisindeki hızlı atılım Atlantik İttifakı’nda kaygıyla izleniyor.

ABD’nin etkili dış politika ve strateji dergisi Foreign Affairs’in Temmuz/Ağustos 2019 sayısının kapağı, “Amerikan Yüzyılına Ne oldu?” idi. Amerikan’nın hegemonik gücündeki gözle görülür gerilemenin masaya yatırıldığı dosyada Fareed Zakaria tam da sorunun bam noktasına şöyle basıyordu:

Diplomasiniz ne kadar hünerli de olsa Çin’in yükselişi uluslararası yaşamdaki tektonik kaymalardan biriydi ve kaçınılmaz biçimde hegemonun rakipsiz gücünü erozyona uğratacaktı.

Çin’in dünyanın yükselen gücünü temsil ettiği yolundaki yaygın kanaat ve genel geçer ekonomik karşılaştırmaların ötesinde, Türkiye’de ve Batı dünyasında Çin’e ilişkin bilgiler çok sınırlı ve önyargılarla dolu. İsterseniz bu yazıda devrimin 70.yılı dolayısıyla tarihsel perspektife biraz ağırlık tanıyıp, dünyanın bu en büyük nüfuslu ülkesine geniş bir pencereden bakmaya çalışalım.

1949: MAKUS TALİHİN SONU

1949 devriminin başarısını daha iyi kavrayabilmek için biraz daha gerilere gitmek gerekir. Çin 4 bin yılı aşkın bir süredir aynı coğrafyada ve aynı etnik yapıda istikrarlı bir imparatorluk konumunda. Başta barut ve pusula gelmek üzere teknolojik buluşlarda da hep insanlığa öncülük yapmışlar. Çinliler tarih boyunca kendilerini dünyanın merkezi görmüşler, zaten Çin ismi de “merkezi krallık” anlamına geliyor. Böyle bir algı içerisindeyken Büyük Britanya’ya karşı Afyon Savaşları’nda alınan yenilgi ruh dünyalarında derin psikolojik yaralar açıyor. Hele 1945’e kadar süren Japon işgalini hiç içlerine sindiremiyorlar. Tüm emperyalistler ülkede cirit atıyor, gümrük daireleri limanlarda onlar adına vergi topluyor…

Aslında Çin’de cumhuriyet 1912’de ilan ediliyor ama gerçek ulusal birliğin yaratıldığı, ülkenin 150 yıllık makus talihine nokta konulduğu tarih 1949’dur. Bu sosyalist bir devrimden öte antiemperyalist ve antifeodalist bir devrimdir. Aradan geçen 70 yılda tüm çalkantılara karşın ülke kayıtsız şartsız bağımsızlığını korumuşsa, feodalizm bir daha başını kaldıramamışsa son tahlilde amaca ulaşılmıştır.

1949-1979 arası dönem çok eşliliğin, cariyeliğin yaygın olduğu bir toplumda kadınların en azından resmi anlamda eşit bireyler kabul edildiği bir dönemdir. Ekonomisi 90’larda kalkışa geçen Çin’de modernleşme altyapısı hazırlanmış; %20 olan okuryazarlık oranı %67’ye yükseltilmiş, ortalama yaşam süresi 41’den 64’e çekilmiş, 80 bin civarında gezinen hastane yatağı sayısı 1.6 milyona çıkarılmıştır. İnsanların gelirleri düşük de olsa işsiz kalmıyorlar, açlık çekmiyorlar, sosyal hizmetlerden yararlanıyorlardı. Bu eşitlikçi model “demir pirinç kasesi” olarak adlandırılıyor. Fazla sözü edilmese de Çin kapitalistleşme hamlesi bu dönemin kazanımlarının üzerine inşa ediliyor.

MAO KİMDİR?

Mao Batı medyasında gözü kana susamış çılgın biri gibi sunuluyor. Elbette Lenin, Troçki, Castro vb. devrim önderleri gibi çeşitli insani zaafları var. Ancak önce Türkiye’nin bugünkü gündemi açısından da anlam taşıyan iki noktanın altını çizmekte yarar var. Mao onca yoğun siyasi yaşamı arasında bir dönem kitaplara yumuluyor, imparatorluk döneminden beri süregelen bürokrasi sınavlarını geçiyor; aslında “diploma-liyakat” tartışmalarının yapıldığı günümüz Türkiye’sine de mesaj veriyor. İkincisi, Kore Savaşı sırasında biricik oğlu Mao Anying’i halk çocuklarının yanında cepheye gönderiyor, genç subay bir Amerikan hava saldırısında yaşamını kaybediyor. Söylemeye bile gerek yok, memleketimizdeki sahte vatanseverleri gözümüzün önüne getirirsek, Mao’nun yaşamındaki bu acı sayfayı da daha iyi anlamlandırabiliriz.

Mao gerçekten kabına sığamayan bir devrimci. Uzun vadede sonuç verecek toplumsal reformlara pek sabrı yok. Merkezi planlamaya pek gönlü olmasa da, 50’lerde Sovyetler Birliği’nin etkisiyle bu mecraya giriliyor. 1956’da halisane niyetlerle “Yüz Çiçek Açsın Yüz Fikir Yarışsın” kampanyası başlatıyor. Yeni fikirlere yelken açalım derken tahmininden güçlü bir toplumsal muhalefet ortaya çıkınca aniden frene basılıyor. Bu kez “İleri Doğru Büyük Atılım” adıyla sanayileşme hamlesi start alıyor. “İki yıl içerisinde Britanya’nın çelik üretimini geride bırakmak” gibi uçuk hedefler konuyor. Tam halkta açlıkların, kıtlıkların geride kaldığı güveni oluşmuşken 1959-61 arasında tarım üretiminin düşüşü, açlık tehlikesinin tekrar hortlayışı ile yükseler tepkiler karşısında Mao bir süre geri çekiliyor.

Mao’nun parti yöneticileriyle arasında sorun çıktığı zaman halka başvurmak gibi bir adeti var. 1966’da kapitalizme dönme tehlikesi olduğu gerekçesiyle yine sahneye çıkıyor. Mao partide “solu cesaretlendirmek, sağı ortadan kaldırmadan etkisizleştirmek, merkez soldan yönetmek” gibi bir stratejisi izliyor. 1966’da “karargahı bombalayın” komutuyla “Kültür Devrimi”nin düğmesine basıyor. Konfüçyüsçü, hiyerarşi ve itaate dayalı bir kültüre sahip bir ülkede sade halkı, özellikle gençleri siyasallaştırmak, teknokrat-bürokratların fikri hegemonyasını sorgulamak, kırla kent arasındaki uçurumları mercek altına almak aslında çok anlamlı. Ancak ipin ucu kaçınca, tersten hiyerarşiler yaratılıp toplumda kaos egemen olunca bu tarihsel deneyim de tatsız bitiyor. Bu noktada, tüm dünyada devrimci rüzgarlar esmesini sağlayan 68 hareketinin ivme kazanmasında Çin Kültür Devrimi’nin ciddi bir rolü bulunduğunun, bu olgunun çoğunlukla göz ardı edildiğinin altını çizelim.

ÇİN SERBEST PİYASA AÇILIMI

Mao’nun 1976’da ölümünden sonraki sürece, karısı Çiang Çing’in de aralarında bulunduğu “dörtlü çete” dönemi bir yana bırakılırsa, “Cüce Deng” damga vurur. Deng Xiaoping “nehri geçerken taşları hissetmek” metaforuyla sembolize ettiği ılımlı ve sabırlı bir insan tipidir. Mao’nun kendisi için kullandığı formülü sabık lidere uygular : “Mao’nun yaptıklarının %70’i doğru %30’u yanlıştı” söylemiyle yatıştırıcı bir üslup kullanarak ülkeyi serbest piyasa düzenine sokar. Köylülere ellerindeki toprakları işleme hakkı tanınır. 1992’deki “Güney Turu” ile Hong Kong ve Tayvan diasporasıyla işbirliği içerisinde dünya piyasalarına açılma mesajı verir.

Çin’in 2001’de DTÖ’ye kabul edilmesi, kapitalist küreselleşmenin yeni coğrafyalara yayılması, kapitalist olmayan coğrafyalara da nüfuz etmesi için fırsat olarak kabul edildi. Bu noktada, Soğuk Savaş döneminde her ikisi de Sovyetler Birliği ile sorunlu ABD ve Çin’in Richard Nixon ve Mao kişiliğinde ilişkilerini “normalleştirdiklerini” hatırlamakta yarar var.

ÇİN YÜKSELİYOR

Zaman içerisinde Çin düşük ücretler marifetiyle küresel tedarik zincirlerine “imalat” aşamasında eklemlenen “ikincil bir güçten”, ABD’nin başını çektiği Batı emperyalizmini farklı cephelerde tehdit eden küresel bir rakip haline gelir. Aralık 2017’de Trump’ın “Ulusal Güvenlik Stratejisinin” Çin ve Rusya’yı “küresel rakipler” diye nitelemesi, işin ciddiyet kazandığının en somut kanıtı kabul edilebilir. Tek Yol Tek Kuşak diye bilinen proje antik İpek Yolu’nu ihya ederek altyapı projeleriyle Avrasya ülkelerini birbirine bağlamayı amaçlıyor. Her ne kadar Pekin ihtiraslarını “barış içerisinde yükselme” sloganıyla ifade etse de, bu hamle Çin’in dünya gücü olma ihtiraslarının son aşaması kabul ediliyor.

Çin’in başta ABD, metropol kapitalist ülkelerde korku yaratan asıl özelliği, teknolojide büyük bir sıçrama gerçekleştirmiş olması. Havacılık, robotik, yapay zeka ve bilgi teknolojilerini” kapsayan stratejik atılım, 2025’te Pekin’i imalata sanayinin süper gücü haline getirmeyi amaçlıyor. Özellikle Huawei firmasının 5G ve akıllı telefon konusunda lider konumuna geçmesi, Washington’da panik havası estirmiş görünüyor. ABD açısından Çin’in teknolojik ilerlemesinin sadece ekonomik değil askeri boyutlarını da düşünmek endişe yaratıyor.

70 YIL: VAKİT HENÜZ ERKEN

Çin devriminin 70. yılını kutlarken bunun halkın büyük çoğunluğunda samimi bir gurur ve coşku yarattığını Financial Times gazetesi bile itiraf etti. 1 Ekim arifesinde yayımlanan “Yeni Çağda Çin ve Dünya” başlıklı raporda, “gelişmiş ülkelerin birkaç yüzyılda aldığı mesafeyi kendilerinin on yıllara sığdırdığı” dile getirilerek dönüşüm şöyle özetlendi: Ülkenin 1952 ve 2018 arasında GSMH’si yılda ortalama%8.1 arttı; 1978’den bu yana kırsal Çin’de yaşayan 770 milyon kişi yoksulluktan kurtuldu; ortalama yaşam süresi 1949’da 35’ten bugünkü 77’ye yükseldi. Son 40 yılda ülkeye 2 trilyon dolardan fazla doğrudan yabancı sermaye yatırımı girdi.

Çin’e komünizm ideallerinin karşılık bulduğu bir proletarya devleti gözüyle bakmak tabii ki doğru olmaz. Neresinden bakarsak otoriter bir devlet kapitalizmiyle karşı karşıyayız. Ne var ki Çin’in ekonomide ciddi bir sıçramaya imza atıp, ABD’yle her konuda boy ölçüşebilen başarılı bir ulusal kalkınma örneği sergilediği de ortada. İsterseniz, eğitimini Fransa’da tamamlamış eski Çin başbakanı Çu En Lay’ın 1789 Fransız devrimini “başarılı bulup bulmadığı” sorusuna verdiği cevabın, daha 70 yıl geride kalmışken Çin devrimine de uygulanabileceğini söyleyerek bağlayalım: Bunu söylemek için vakit henüz çok erken…