Geçen gün bir yemekte, birkaç eski siyasetçi ve bakanın, emekli asker, işadamı ve hukukçunun hararetli bir şekilde Roma Cumhuriyeti’ni tartıştıklarına tanıklık ettim.

Malum, Roma imparatorluk olmadan önce cumhuriyetti. Her yıl yurttaşlar tarafından seçilen ve bir senatonun tavsiyeleriyle çalışan iki konsülün başkanlık ettiği bir hükümet tarafından yönetilirdi. Tabii cumhuriyet denilince bugünkü gibi bir cumhuriyet anlamak gerekir; herkesin yurttaş olmadığı, soyların, soyluluğun, toprak sahipliğinin önemli olduğu M.Ö. 500’den M.Ö. 40’lara uzanan bir dönemden söz ediyoruz.

Yine de, zamanına göre oldukça net bir güçler ayrılığı, fren ve denge mekanizmaları üzerine oturmuştu Roma Cumhuriyeti. En azından teoride hiçbir Roma yurttaşının kardeş yurttaşlarına hükmedemeyeceğini belirten kuralları ve yasaları vardı.

Roma’nın cumhuriyetten imparatorluğa dönüşümünün sınıfsal temelleri vardır. Toplumsal/siyasal değişiminde arazi sahibi aristokratlar (patriciler) ile sıradan yurttaşlar (plepler) arasındaki mücadele önemli rol oynamıştır. Bir noktada, bir diktatörün kalıcılaşması ile imparatorluk başlar, cumhuriyet geride kalır. Kesin olarak neyin cumhuriyetin sonunu getirdiği konusu tartışmalı olsa da, kimi tarihçiler M.Ö. 44 yılında Sezar’ın daimi diktatör atanmasını cumhuriyeti sonlandıran olay olarak tanımlarlar.

Diktatörler cumhuriyet döneminde “geçici” olarak var olmuş ve o dönemde henüz diktatör kavramı bugünkü olumsuz anlamını taşımaya başlamamıştır.

Cincinnatus Roma Cumhuriyeti’nin diktatörlerinden. İki kez diktatör atanıyor. Aslında, pleplerinin haklarına, o hakların tanındığı yeni yasal düzenlemeler yapılmasına karşı çıkan muhafazakâr bir patrici olarak tanınıyor ve Cincinnatus’un diktatörlüğüne dair efsaneler “gerçek” her ne ise onların da önüne geçmiş.

Roma Cumhuriyeti, büyük bir krizle karşılaştığında, senato ve iki konsül karar alamayıp işler içinden çıkılmaz hale geldiğinde, belli bir dönem için bir karar alıcı diktatör atıyor. Genellikle 6 aylık, bazen de yıllık bir süre için… Bu süre zarfında da diktatöre olağanüstü yetkiler tanınıyor.

Diktatör atanacak kişinin erdeme dair tüm özellikleri üzerinde taşıdığında anlaşılması lazım. Roma’nın en cesur, en adil, en dürüst kişisinin atanması gerek diktatör olarak. Rivayet böyle ve Cincinnatus’un diktatörlüğüne dair birkaç efsane var.

Başta andığım yemekte, Cincinnatus’ün adı anılmadan, bu efsanelerden birinin yeni biçimler aldığına tanık oldum.

Çoğu tarih kitapları, senato ve konsüllerin Cincinnatus’ün diktatör atanmasına karar vermesinden sonrasını şöyle hikâye ederler: Bir heyet kararı kendisine deklere etmek üzere gider. Küçük bir toprağı olan ve orada çiftçilik yapan Cincinnatus’ü tarlada sabanın başında bulurlar. Kararı bildirirler ama Cincinnatus’ün kıyafeti görevi kabul etmeye uygun değildir. İçeriye eşine seslenir ve bir patriciye uygun giyindikten sonra görevi alır.

Cincinnatus’ün bir ikinci kriz döneminde tekrar diktatör atanmasından da anlarız ki, bütün yetkilere sahip olduğu o ilk diktatörlüğü dönemi sona erdiğinde bırakmıştır.

Efsanelerin hangisi ne kadar doğru, bizim masada anlatılan salt bize özgü bir versiyonu mu bilemem. Ancak, masada adı anılmadan anlatılan hikâye şöyleydi:

Heyet diktatör atanan çiftçiyi tarlada çalışırken bulup haberi verdiğinde, pek oralı olmamış ve ‘Neden ben?’ diye sormuş. Anlatmışlar; ‘Karar bu’, ‘Vatan senden hizmet bekliyor’, ‘Yetkilerin de şunlar, şunlar’ demişler. Çiftçi itiraz etmiş. ‘Bir kişiye bu yetkiler çok fazla, ben bu kadar yetki istemem’ demiş. ‘Neden ben diyordun ya’ demiş heyet, ‘İşte bunun için, bu kadar çok gücü gerçekten istemediğin için’.

Hikâyeyi tarihi bir gerçek gibi anlatanlar bazı tarihler söylediler; tarihler ve hikâye Cincinnatus’e uyuyor, hikâyenin başı da tam onun efsanelerindeki gibi. Cincinnatus ismini yemekten sonra internette dolaşarak ben buldum.

Yemekte de, tarihten bir hikâye diye dinleyip, bu kıssadan bir hisse çıkarıp çıkarmamamız gerektiğini sormadım doğrusu.