Cinnet, kaçış ve tutsaklık

ZİHNİ BAŞSARAY / zihnibassaray@gmail.com

Sabah saat 6:15’te kalktım, yüzümü yıkadım ve kendime güzel bir kahvaltı hazırladım. Eskiden güne başlarken şöyle bir gazetelere bakardım ama artık çekiniyorum çünkü sürekli tatsız haberler oluyor. Güne başlarken insanın tatsız haberlerle karşılaşmasını prensip olarak doğru görmüyorum. Bence eğer bir şey illa ki olacaksa öğleden sonra falan olmalı.

Cep telefonumdan beni hava durumu konusunda uyaran bir uygulama var. Bu uygulama alarmla birlikte bana havanın nasıl olacağını söylüyor. Bu sabah İstanbul’da bir miktar yağmur olacakmış. Ben de yanıma bir şemsiye aldım ve dışarı çıktım. Kartal’dan metroya binip kitap okuyarak Uzunçayır’a kadar devam ettim. Uzunçayır metro durağı ile metrobüs arasındaki mesafeyi yürürken güzel bir müzik dinledim ve Isabelle Allende’nin o müthiş kitaplarından birini okurken metrobüse ulaştım.

Metrobüs seferlerinde bir aksaklık olduğu belliydi. Durakta toplaşan insanlara ne olduğunu soracaktım ancak soramadım çünkü herhangi birinin ters anına denk gelmekten korktum. Twitter’a bakınca da Acıbadem durağının orada bir metrobüsün yola fırladığını ve bir facia yaşandığını öğrendim. Timeline’a düşen fotoğraf korkunçtu. Sebebi ise bambaşka bir korkunçluğa işaret ediyordu. Sebebini hâlâ bilmediğim bir sebeple çıkan tartışmanın sonunda bir kişi şoföre şemsiye ile saldırıyordu. Sabahın o saatinde bile bu kavgayı edebilecek kadar öfke taşıyor olmanın bir anlamı olmalıydı.

Bir zamanlar gazetelerin üçüncü sayfa haberleri meşhurdu. Hatta güzide şehrimiz Adana bu konuda nam yapmıştı. Ufacık sebeplerden çıkan kavgalar korkunç sonuçlar doğuruyordu. Bana öyle geliyor ki artık Türkiye’nin toplumsal gündemi yeterince işlense, gazetelerin bütün sayfalarının numaraları “3” olur. Art arda yaşananları üst üste koyunca Türkiye’nin trafo seviyesindeki siyasi gündeminin, ekonomik çöküntünün sokakta da karşılık bulduğunu anlıyoruz.

Neredeyse;
Kimse birbirini anlamak istemiyor,
Kimse durup düşünmek istemiyor,
Kimse haksızlığını kabul etmiyor,
Kimse makul çözümler peşinde koşmuyor.

Sokağa çıkma yasağı gerektirecek ölçüde mahalle kavgaları, onlarca kişinin hayatını tehlikeye atan öfkeler ve eleştiri denen şeyi yok etmiş bir linç kültürü artık hayatımızın sıradan parçaları. Düne kadar belalı denilip de uzak durulan mahalleler ile şehrin en nezih semtleri arasındaki can güvenliği olasılığı git gide azalıyor.

Ana akım medya her ne kadar salon siyasetinin gündeminden başka şeye pek yer vermese de sıradan insanın hayatında çok şey değişiyor. Ekonomik baskı, öfke üzerine kurulu üst söylemler, nefretin genel bir iletişim diline dönmesi biz sıradan insanları da başkalaştırıyor. Niteliksizliğin prim yapar hale geldiği ülkemizde insanlar artık kendi lümpen hareketlerine siyasal kılıflar bularak sırtını bir yerlere dayayabiliyor.

“Ülkece delirdik” falan gibi lafların biraz şov olduğunu düşünüyorum ama Türkiye’de toplumsal bir depremin yaklaştığını görmemek için de biraz kör olmak lazım. Toplumsal fay hatları gerildikçe tekil gibi görünen ancak aslında bu uzun fayın bir parçası olan olaylarla karşılaşmaya devam ediyoruz. Eğer bu fay hatları zorlanmaya devam ederse, bugünümüzü aratacak günler yaşamak zorunda kalabiliriz.

Türkiye hiçbir zaman sevgi pıtırcığı bir ülke olmadı ancak bu derece bir cinnet alanı olması normal değil. Şehrin kuytu köşelerinde olduğu düşünülen tekinsizlik artık şehrin atardamarlarında dolaşmaya başlıyor. Bununla baş etmek zorundayız. İnsani bir görev olarak, bir yolunu bulup bu cinneti engellemek zorundayız. Bunun başka çıkışı yok.

Bu yazının girişindeki insan, mutlu olmaya çalışan, bu bunalımdan kaçmaya çalışan herhangi birisi. Ancak bu kişi, bu sabah o metrobüsün altında kalan araçlardan birinde olabilirdi. Bu kişi, öfkeli birinin öylesine salladığı bir bıçakla yaralanabilir ya da kendisiyle hiç ilgisi olmayan bir şoförün öfkesi sebebiyle ölebilirdi. Bu cinnetle mücadele etmedikçe, bu cinnetin tutsağı olacağız.