Köşeye sıkışan, çaresiz kalan, kendi yarattığı sorunlar yumağı içinde boğulan, yıktıklarının devirdiklerinin altında ezildiği için eli ayağı tutmamaya başlayan iktidar, giderek (ve giderayak) daha da çirkinleşmeye, daha da kabalaşmaya ve daha da saldırganlaşmaya başladı.

Bu saldırganlığın izlerini, artık eskiden olduğu gibi sadece "zaman zaman" yaptıkları çıkışlarda değil, neredeyse her gün, her saat başı, her bir konuşmada, hattâ her konuşmanın her bir cümlesinin içinde birkaç kez duyar olduk. Geçen hafta, parlamentoya fazla mesai yaptırarak, sanki ülkenin tek ihtiyacı buymuş gibi apar topar çıkardıkları "Sansür Yasası"nın daha mürekkebi kurumadan o yasaya gerekçe yaptıkları "dezenformasyon" konusunda tarihi örnekler sergilemeye devam ettiler.

***

Bartın - Amasra’da tüyler ürpertici boyuttaki toplu işçi cinayetinin kurbanları ve aileleri ile adeta dalga geçercesine, "Bu işin fıtratında, o insanların kaderlerinde ölmek vardı. Ne olmuş yani?" içerikli aşağılık söylemlere başvurdular.

Daha da ileri giden iktidarın başı, Çarşamba günü yaptığı bir konuşmada, "Bu kader inancı İslam dininin esasları arasında var. Siz, eğer bunu kabul etmiyorsanız, o zaman bizden, yani yüzde 99 (nasıl hesapladıysa?) çoğunluktan değilsiniz. Yani makbul insanlar değilsiniz..." anlamına gelecek ayrımcı-dışlayıcı-aşağılayıcı sözler bir sarfetmekten kaçınmadı.

Oysa ki, Anayasa Madde 10, aynen şu cümleyi kurarak Cumhurbaşkanı da dahil tüm yurttaşları bağlamaktaydı:

"Herkes dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, feslefi inanç din, mezhep

ve benzeri sebeplerle ayrım gözetmeksizin eşit haklara sahiptir."

Laikliği esas alıyor olduğu varsayılan bir devletin anayasasına bağlılık yemini etmiş bir şahsın bu pervasızlığı bununla da kalmadı.

Daha da ileri gidip, TBMM çatısı altında aynı zamanda ırkçılık da yapmaya tevessül etti.

Partisine katılan bir milletvekiline ve eşine, onlar üzerinden de Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının hatırı sayılır bir bölümüne yönelik olarak şu sözleri sarfetti:

"Sayıları (çocuk) artırmak lazım. Allahtan isteyelim, devam. Bak, PKK’nın 5 tane, 10 tane, 15 tane var..."

Aynı cümle içinde; hem bir aileye, hem akademik kariyer çabası içinde olan bir genç kadına, hem onların ailevi ve cinsel yaşamına müdahale, hem de toplumun belli bir etnik kökene sahip kesimine (PKK bir etnik ve toplumsal kesimi temsil edemeyeceğine göre Kürt halkına) yönelik ağır bir hakaret ve haksızlık nasıl sığdırılabilirdi? Ancak bu kadar büyük bir maharetle(!)

Aynı oturumda, bu ülkenin koskoca Cumhurbaşkanı, Ana Muhalefet liderine "ABD’de FETÖ’cülerle görüşme yaptı ve Türkiye Cumhuriyeti Büyükelçisi ile görüşmeye tenezzül etmedi" gibi 2 ayrı ve 2 büyük yalanı (dezenformasyon?) peşpeşe söyleyebildi.

Bu rezalet yaşandığı saatlerde, devletin adil ve (ideal olarak) bağımsız olması gereken, ama "emir komuta zinciri içinde" karar aldığı bilinen bir organından, utanç verici bir karar açıklanmaktaydı.

***

Radyo ve Televizyon Üst Kurulu (RTÜK) TELE1 Televizyonuna 3 gün yayın durdurma (ekran karartma) cezası veriyordu. Cezanın neresinden tutsanız tel tel dökülmesi bir yana, ağır bir anayasa ve yasa ihlali içerdiğini nasıl anlatalım?

1. Cezaya gerekçe gösterilen görüş ve söylem, kanal tarafından dile getirilmemişti.

2. Bir konuk tarafından, üstelik yasama dokunulmazlığına sahip (yani TBMM’de de, sokakta da bir TV kanalında da özgürce her istediğini söyleyebilme hakkına sahip olması gereken bir parlamenter (TİP İstanbul Milletvekili Sera Kadıgil) tarafından söylenmişti.

3. Zaten, suç da teşkil etmeyen bir saptamaydı.

4. Suç teşkil etse bile, bu konu mahkemede kararlaştırılmalıydı.

5. RTÜK, kendini mahkeme yerine koyarak, savunma bile almadan bir hüküm vermiş, bunu da anında infaz etmeye kalkışıyordu.

Amaç belliydi. Seçime doğru gidilen düzlemde (sath-ı mailde) muhalif, eleştirel, aykırı hiçbir söyleme izin verilmemeli, bunlara yer verecek kanallar, mecralar sindirilmeli, korkutulmalı, susturulmalıydı. Bugün TELE1’e, yarın belki KRT TV, Halk TV, BirGün, Evrensel, Sözcü, Cumhuriyet vb. başkalarına ceza yağdırılarak, "dikensiz gül bahçesi" yaratma niyetildi bu.

Belki de seçim günü çevrilecek dolapların kamuoyundan gizlenmesi için (referandum ve yerel seçimlerde yaptıkları gibi), yapılacak hilelerin de o gün duyulmaması için bunları anlatacak kimse kalmasın isteniyordu.

Bu mel’un çabaların ve benzerlerinin önümüzdeki kritik dönemde tekrarlanmayacağının bir garantisi yoktur. İktidar, faşist sopasını en acımasız biçimde kullanmaya niyetli olduğunu ve artık hiçbir şeyden çekinmeden ve utanmadan, şiddetin ve kabalığın dozunu arttıracağını hissettirmektedir.

Tehlike de, görev de aynı oranda büyüktür.

Gün, bu faşizan taarruza karşı koymak için örgütlü biçimde güçleri birleştirme ve en yüksek sesle haykırma günüdür. Bugün o ses çıkmadığı takdirde, ileride çıkması daha da zor olacaktır.

Memleket coğrafyasının her köşesinde acımasızca sömürülen, ekmek parası peşinde düzineler halinde öldürülen, susturulmaya çalışılan emekçi kitlelere karşı sorumluluğumuz büyüktür.