Eskiden animasyon (canlandırma sineması) sadece çocukların önemsediği bir üretim alanıydı

Eskiden animasyon (canlandırma sineması) sadece çocukların önemsediği bir üretim alanıydı. Disney’in Fantasia‘sı gibi birkaç film büyüklerin de listesinde yer alıyordu ama Tom ve Jerry, Temel Reis gibi TV yayınları yüzünden daha çok bir çocuk izlencesi olarak algılanıyor, sinema izleyicisi kitle tarafından ciddi bir sinematografik ürün olarak görülmüyordu.

1960’lardan itibaren Çekoslovakya’dan Jan Swankmajer, Kanada’dan Norman McLaren, Japonya’dan Hayao Miyazaki gibi ustaların çalışmaları sayesinde animasyonun nasıl müthiş anlatım olanakları sunduğu keşfedildi. Sonra Tim Burton’ın hevesi, Pixar’ın doğuşu derken, artık her yıl çok iyi animasyon filmleri izliyoruz.

Üretim nicelik ve nitelik düzeyinde artarken hikayeler de gelişerek çeşitleniyor tabii; 1929 Ekonomik Buhranı gibi trajik ve travmatik bir dönemi ‘insana, paylaşmaya ve dayanışmaya olan inanç’ üzerinden anlatan güzel bir filmle (Everyone’s Hero/Küçük Kahraman, 2006) karşılaştığımız gibi, emek sömürüsü kavramını ‘Bir tarafta üretenler diğer tarafta yiyenler olmazsa dünya çöker!’ söylemi üzerinden meşrulaştıran filmler de (Bee Movie/Arı Filmi, 2007) görebiliyoruz.

Bazen de hikaye yapıları iyice ilginçleşiyor, geçen hafta gösterime giren Boxtrolls/Kutu Cüceleri’nde olduğu gibi... Peynir Köprüsü (Cheesebridge) adlı kentte iki tür canlı yaşamaktadır: Hayatlarını tümüyle peynir üretimi ve tüketimi (daha çok ‘tadımı’) üzerine kurmuş insanlar yeryüzünde; bedenlerine geçirdikleri kutular içinde geceleri gizlice kanalizasyondan çıkıp çöplerden topladıkları malzemelerle ilginç mekanik aletler yapan kutu cüceleri yeraltında. Peynir Köprüsü’nü Lord Mozzarella liderliğinde ‘beyaz şapkalı’ bir asiller grubu yönetmektedir. Bir de kötü adam Bay Kapar var: Redhats (Kırmızı Şapkalar) adlı şirketin sahibi, kutu cüceleri konusunda uzmanlaşmış bir ‘haşere avcısı’. Bay Kapar ve ekibi kırmızı şapka takıyorlar ama Kapar’ın en büyük amacı bir gün beyaz şapkalılar grubuna dahil olup kenti yönetmek... Bunun için bir yandan halkın kutu cücelerinden korkup kendisine muhtaç kalmalarını sağlayacak planlar kurarken bir yandan da yakaladığı kutu cücelerini çalıştırarak buharla çalışan mekanik bir canavar yapmaktadır.

Kutu Cüceleri açıkça tarihsel feodalizm-kapitalizm kapışmasını anlatıyor: Toprağa dayalı üretim yapan peynirciler ve beyaz şapkalı Lord Mozzarella’nın feodal yapıya, beyaz şapkalılar sınıfına girebilmek için kutu cücelerini köleleştirerek yeni bir üretim sistemi (manüfaktür) kuran kırmızı şapkalı Bay Kapar’ınsa oluşum aşamasındaki kapitaliste denk düştüğü çok ilginç bir hikâye düzeni bu. Asıl hedef kitlesi çocuklar olan bir filmin –hem de güzel bir film; oğlumun ‘en çok sevdiğim filmler listesi’nde ilk beşe girdi bile!- niçin böyle bir derdi olduğunu, üstelik bunu niçin feodalizm lehine yaptığını öncelikle küresel kapitalizmin son yıllarda yaşadığı krizler üzerinden; sonra da sanatkâr/zanaatkâr’ın işbölümü yapılan üretim düzenindeki konumu üzerinden tartışmak lazım -eğer bitiş jeneriğini sonuna kadar izleyenlerdenseniz, bu animasyonu yapan ustaların sektörel düzeyde kendilerini ‘pre-proleter kutu cüceleri’ gibi tahayyül edişleriyle ilgili çok hoş bir ‘üretim tarzı’ göndermesiyle daha karşılaşacaksınız. Yine de ‘sömürü düzeni yerine niçin daha köhne bir sömürü düzeninin tercih edildiği’ sorusunu cevaplamak için epey tartışmak gerekecek...

Filmi yapanların “Çocuklar İçin Ekonomi-Politiğe Giriş” gibi bir derdi olduğunu sanmıyorum tabii, onlar sadece, belki inceden inceye, hayal meyal farkına vardıkları bir ekonomik çözülme halini hikâye ediyorlar. Yine de Kutu Cüceleri gibi filmler sayesinde insanın aklına çok tuhaf şeyler gelebiliyor; son bir haftadır bizim evde konuşulan proje gibi: Hani süperzeki başbakan, ilk ve ortaöğretimde zorunlu kılınan din dersini idari ve sosyal bilimler eğitimi veren fakültelerde Marx’ın okutulmasıyla karşılaştırma başarısını gösterdi ya, mahalle Kuran kurslarına benzer bir eğitim seferberliği başlatsak, mesela isteyenlerin yaz aylarında çocuklarını gönderebileceği ‘mahalle Marx kursları’ açsak, çocuklara cüzler halinde ‘meta fetişizmi’ni, ‘yabancılaşma’yı, emek sömürüsünü anlatsak...

Devamı kendiliğinden gelecektir: Mahalle diyalektik kursları, insan hakları kursları, mantık kursları... Bunların çocukluk çağında öğrenilmesinin faydasını da kimse reddedemez çünkü çizgi-ülkelerin bile gerisinde kalmış bazı ülkelerin ‘idareci’ yetiştiren okullarında bu konular ya hiç işlenmiyor ya da epey yanlış işleniyor belli ki...