Fransa’nın epey garipliği var ama en ilginci havası... Günlük güneşlik bir haziran gününde bir anda ortaya çıkan gri bulutlar bazen sağanak yağmur, bazen de dolu yağdırıp ortadan kayboluyorlar. Neredeyse 20 gündür Fransa’dayım, ülkenin dört bir köşesini dolaştım; henüz ne yağmur yağmayan bir gün gördüm ne de güneş açmayan... Turnuvanın ilk erken finali için Stade de France’a doğru kavurucu güneşin altında yürürken gri bulutlar da uzaktan kendini göstermişti.

Turnuvayı sonuna kadar takip etmekle, eve dönmek arasında sinüs eğrisi çizen hâletiruhiyem Fransa’nın kararsız havasını da andırıyor. Belki de oradan ilham alıyor. Ama artık kararımı vermiş durumdayım. Turnuvanın en yüksek itibarlı son 16 eşleşmesini izleyip evime döneceğim.

Gri bulutlar Cüneyt Çakır’ın düdüğünü bekliyormuş. Maçın başlamasıyla beraber sağanak yağmur da başlıyor. İlk sırada oturan taraftarların yukarılara kaçışmasına sebep olacak kadar şiddetli yağmurun yerini 10 dakika sonra ıslanan koltukları kurutacak derecede bir güneş alıyor. Ancak havanın durumu sahadaki futbolu etkilemiyor. Defansif futbolun yaratıcısı İtalya’nın sahada belirgin bir üstünlüğü vardı. Gök maviler bu üstünlüğü 33. dakikada skora da yansıttılar. Eder’in kullandığı serbest atış kaleciden dönerken topa doğru hamle yapan 4 İtalyan’dan Chiellini topa son dokunan oluyordu. Bu esnada olay mahallinde kaleci dışında sadece bir İspanyol’un olması zaten maçın özeti gibiydi.

İkinci yarının bir bölümünde İspanya’nın toplam oynama oranı %73’e kadar çıkmasına rağmen Boğalar pozisyona girmekte zorlanıyordu. Buna karşın İtalyanlar bir kez daha “mühim olan topla ne kadar oynadığın değil nasıl oynadığındır” diyerek sayısız fırsattan yararlanamıyordu. İspanya’nın maçın sonuna kadar oyunun içinde kalmasının temel sebebi David de Gea’nın ekstra kalecilik performansıydı. Maçın uzatma dakikaları işaret edildiğinde İtalya, günün başarılı ismi Pelle’nin ayağından bulduğu golle 4 uzatma dakikasını beklemeden adını çeyrek finale yazıyordu. Almanya’nın İspanya kadar kolay bir rakip olmayacağını onlar da biliyorlardı.

Maçın ardından İzlanda - İngiltere karşılaşmasını izlemek için civardaki kafelerden birine yönelmeye karar verdim. Fransız polisinin anlamsız “güvenlik” önlemleri çerçevesinde dümdüz yürümesine izin verilmeyen binlerce insan alt geçitten karşıya geçmek zorunda bırakılmıştı. İşin saçma tarafı, 50 metre sonra trafik ışıklarından yeniden karşıya geçip güvenlik sebebiyle sokulmadığımız yola girebilmesiydi. Fransızların güvenlik işkencesi sebebiyle maçın ilk iki golünü izleyemedim. İstanbul’dan bir dostum İzlanda maçı 2-1 kazanır dediğinde “Umarım, turnuvanın bir peri masalına ihtiyacı var” demiştim.

İlk günden beri yazıları takip edenler bilir, 300 Bin nüfuslu İzlanda’nın başarısı üzerine yazı yazmak için herkesin konuşacağı bir galibiyetlerini bekliyordum. Dün gece sosyal medyada yazılanlara bakınca da anladım ki o yazı için artık geç kaldım. Artık herkes İzlanda’nın başarısının nedenlerini biliyor. 2 yıl önce eleme kuraları çekildiğinde bir televizyon kanalında kuraları yorumlayan İzlanda için “topu elle taşısalar üç kere kalemize gelemezler” diyen Hasan Şaş bile… Türkiye’nin ve Terim’in deyimiyle bizi yenen iki “çok güçlü” takımın elendiği turnuvada, tarihimiz boyunca İngilizlere attığımız golün iki katını 20 dakika içerisinde atarak çeyrek finale kadar çıktılar. Lineker’e dün gece “Tarihimizin en kötü yenilgisi. İngiltere, yanardağ sayısı, lisanslı futbolcu sayısından fazla olan bir ülkeye yenildi. Tebrikler İzlanda” şeklinde tweet attıran İzlanda’nın başarısının temel nedeni örnek sporcular yetiştiren alt yapısı. O yüzden yarı zamanlı diş hekimliği yapan İzlanda teknik direktörü Hallgrimsson’un takımı turnuvanın en çok kazanan teknik direktörü Hodgson’nun takımını evine gönderebiliyor.