Evvel zaman içinde, köyün birinde melun mu melun bir çoban yaşarmış. İnsan demez hayvan demez her bir mahlûkata eziyet edermiş. Kötülüğü yüzüne yansır, çirkinliğinin ünü dağlar ovalar aşarmış. İnsanlar cani ruhundan korkar yanına bile yaklaşmazmış. Karakola düşermiş çoban; bir şekilde çıkar, zulme kaldığı yerden devam edermiş. Köylüden dayak yermiş çoban, çıkar ahaliye eziyete devam edermiş. İnsanlar neylesin, “Elleşmeyelim de çoluğa çocuğa tebelleş olmasın” derlermiş.

Bir huyu varmış çobanın. Her akşam saat dokuzda yatar sabah dokuzda kalkarmış. Böyle geç uyanan çoban olur mu demeyin, develer tellal iken olur. On iki saatlik döngüyü istisnasız tamamlarmış çoban. Olur da uyumakta gecikirse, yine on iki saati tamamlamak için geç kalkarmış. Hiç şaşmaz, ömrünün yarısını uyur yarısını uyanık geçirirmiş.

Bir gün evlenmiş çoban. Allah’ın gücüne gitmesin de o melun sıfatıyla, yanında tezeği misk-i amber kılan kokusuyla, toynağa dönmüş taş tırnaklarıyla bu musibeti kim koynuna alır ey okur? Almış bir gariban, ona da eziyeti evde sürer gidermiş. Kadın evde illallah eder, her gün ayrı birine umarsızca anlatırmış. Kocasının adı her anıldığında kadının ilençle söylediklerinin arasına şu cümle sıkışırmış: “Melek gibi de uyur Allahsız.”

Günlerden bir gün, içinde çocukların da olduğu bir ev kundaklanmış, evdekiler son anda kurtarılmış. Akşam dokuza beş kala lanet çobanı olay yerinden geçerken görenler varmış. Zaten böyle bir kötülüğü yapsa yapsa bir kişi yaparmış. Her taşın altına bakmışlar da çobanı bir ağacın altında uyurken bulmuşlar. Topböceği gibi kıvrılmış ağacın altına, bir de bebekler gibi gülümsermiş uykusunda. Yangının çıktığı evde yaşayanlardan birinin akrabası çobanın kafasına sert bir tekme savurmuş. Acıyla ve şaşkınlıkla uyanmış çoban, ayakta duran kalabalığa boş gözlerle bakmış. Çobanı linç etmeye yeltenen gençleri jandarmanın havaya açtığı ateş durdurmuş. “Bir durun,” demiş başçavuş, “Karakola götürelim adamı hele...” Çoban anlam verememiş olan bitene, yüzüne nur inmiş, sanki onca kötülüğü eden kendisi değilmiş gibi... “Bir şey mi oldu komşular, nedir benim gibi bir garibanla derdiniz?” diye inim inim inlemiş. “Fukaraların evini niye yaktın lan piç” diye bağırmış kalabalıktan genç biri. Çoban başını ellerinin arasına almış, “Gece, gündüz, gece, gündüz…” diye sayıklamaya başlamış. Öfkeli kalabalık başçavuşu ve beraberindeki askerleri aşmış, çobana saldırmış. Tekmelerle yüzü gözü kan içinde kalmış çobanın. Ölmüş çoban, son sözü ‘gece’ olmuş.

Çobanın sözlerindeki sırra onu toprağa veren gelen dedesi ermiş. Çoban çocukluğundan beri rüyasını gerçek, gerçeği kâbus, gündüzü gece, geceyi gündüz sanırmış. On iki saatlik uykusunda gördüğü rüyalarda çocukların başını okşar, hayvanlarına bakar, derdi olana deva ararmış. Uyandığında ise on iki saatlik kâbusuna başlar, kötü bir adam olduğu rüyanın bir an evvel bitmesini umarmış.

Ben dedemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken, çobanın dedesi hakikati fark etmiş. Uyandırmış minik şeytanı, iki döngü arasındayken melunun ağzından lafları alıvermiş. Allah’ın işine karışılmaz da insan düşünmeden edemiyor işte. E, o zaman çoban hangisidir, sorgulanacak günahlar hangi on iki saati içerir?

Pireler berberdir ya… Peki, çoban gece midir, gündüz müdür?