Anne-baba olmanın en büyük duygusal yoğunluğu çocuğun dünyaya geldiği andır. Bir canlının yaşamın içine katılması ve biyolojik olarak aile fertlerinin kodlarını taşıması inanılmaz bir lütuftur. Kadının o ilahi doğurganlık gücünün ilahi boyutunu burada anlatmama gerek yok sanırım ki kitaplar yazılır. Ama ilahi alandaki kudretlileri kızdırmayalım.

Doğadaki yaşamın denge unsurları içerisindeki kadının misyonu, saygı duyulacak kuvvetli içeriğe sahiptir. Annelik dürtüsü ve duygusal yoğunluğunun karşılığını başka bir canlıda bulmak mümkün değildir.

Ve anneliği kurumsallaştıran ve nesnel hale getiren çocuktur.

Bir çocuğun var oluş sürecinden sonraki yaşam dizaynı, sosyolojik ve psikolojik bir karşılaştırmayı içerisinde barındırır. Bu karşılaştırmanın temeli kültüre dayanır.

Kültürün temel öğesi, tarihsel süreç içerisinde gelişen ve kabul gören olaylara karşı tavır alış şeklidir. Ailenin kendi koşulları içerisinde vermiş olduğu ilk ilkel temel öğretiler çocuğun gelişiminin ana unsurlarını teşkil eder. Sürecin ilk aşamasını kapsar.

Sınıfsal çelişkileri yaşamamış toplumlar ile bu çelişkileri yaşayıp bedel ödemiş toplumların olaylara bakış açısı ve çözüm kriterleri farklılıklar içerir. Çünkü bu farklılıklar devlet aygıtlarının kullanılması ve devletin kendi vatandaşını yönetme kültür kurallarını da belirler.

Demokratik taleplerin ortaya çıkması yaşamın diyalektik sürecinin getirdiği bir sonuçtur. Feodal bir yapının devamlılığı ise var olan kurgu üzerinden muhafazakâr bir direncin dogmatik yaptırımlar ile toplum dizaynına direnmekten başka bir şey değildir. Kapalı yapı, kaygılar, korkular üzerine oluşturulmuş yazılı veya yazılı olmayan ilahi kuralların silsilesidir. Genelde de ataerkil yapı geçerlidir.

Dünyada yeni doğmuş çocuğun, hiçbir sosyal tepki vermeden inancının belirlenmesi, çocuğun üzerindeki aile ve toplumsal tasarrufların nasıl şekilleneceği açısından önemli bir kriterdir.

Hele hele ilkel öğreti dönemi içerisindeki çocukların yaşadığı kavram kargaşası ve hayal dünyası üzerindeki kendi ilkel bilincinin çok üstünde ilahi kudret öğretilerinin, baskı altında verilmesi, sonradan telafisi mümkün olmayan psikolojik ve sosyolojik travmaların belirleyicisidir.

Sevginin boyutu çocuk üzerinde hâkimiyet anlamına gelmez. Sevgi karşılıklı varlığın sağladığı lütfun duygusal paylaşımıdır. İki bireyin karşılıklı ve hiçbir beklenti olmadan hissiyatlarıdır. Bunu ebeveynler tarafından bir sömürü aracı haline getirmek, çocuk üzerinde hâkimiyet kurmaktan başka bir şey ifade etmez.

Sevgi karşılıksızdır çocuk için…

Çocuğu sevgiden mahrum bırakarak, kullanılan bir araç haline getirmek ve tüm özgürlüğüne ve benliğine baskı kurmak gayri ahlaki bir tutumdur.

Çocuk doğduğu andan itibaren bir bireydir. Bunu aile ve tüm yaşam paydaşlarının böyle kabul edip saygı göstermesi zorunluluktur.

Onun dünyaya gelmesindeki katkı, sadece bir biyolojik taleptir. Yaşamın içindeki beraberlik ise ailenin ve toplumun ona karşı sorumluluklarını, ihtiyaçlarını karşılayıp, kendini keşfetmesine ve toplum içinde sosyal bir varlık olmasına yardımcı olmaktır. Bu reel anlamdaki paylaşımdır. Ayrıca, çocuk bu saygıyı hak ediyor.

Ancak çocuk böyle özgürleşir ve kendini doğru ifade eder.

Çocuk kendini en iyi şekilde oyun formatı içindeki aksiyon alanında ifade eder. Bu alan, onun biyolojik olarak libidosunu tatmin ettiği yerdir. Bu aynı zamanda sosyalleşme sürecinin en temel özelliğidir.

Hareket kurgusu içindeki davranış şekilleri, çocuğun sahip olduğu donanımların kullanma alanı olduğundan, hareket içindeki tüm vurgularının bir kod üzerinden gelerek şekillendiği alan bu oyun alanıdır.

Çocuğu bu alandan mahrum bırakmak ona yapılacak en büyük ihanettir.

Çocuğun ve ailenin içinde yaşamış olduğu toplumun sahip olduğu ilişki yönetimi burada kendini net belli eder. Bu değişik yapıdaki kültür kod farklılığı çocuğun gelişim sürecine ve kendini ifade ettiği özgür alanların kullanılmasına nasıl müdahale ettiği veya işbirliği yaptığının resmini net ortaya koyar.

Aynı zamanda devlet aygıtının çocuk üzerindeki tasarrufunun kimliği de eldeki kültür kodlarının içeriğine bağlıdır.

Çocuğu bu özgür hareket alanından koparmak, onun canlı olan tüm hayal unsurlarının imha edilmesi anlamına gelir.

Çocuk bir bireydir ve onun da sahip olduğu haklar vardır. Kimse kişisel bir amaç uğruna bu pırıl pırıl varlıkları araç haline getirerek, uzun vadeli kurumsal mülkiyet aygıtlarına sahip olma iktidarlarını koruyamaz.

Tüm bunlar çözüm beklerken, spor, sanat ve bilimde yeni bir yetenek üretmenin tanımını yapmak imkânsızdır.

Var olanın tanımını yapamadıktan sonra, kalkıp yabancı sporcular hakkında, devşirme sporcular hakkında ve altyapı hakkında konuşmak Everest’e çıplak ayakla çıkmak gibi bir şey olur.