‘Çocuk İnadı’yla okurlarıyla buluşan Tülin Tankut, çocuk edebiyatının ulusal baskı altında, şoven, milliyetçi, ırkçı, dinci, cinsiyetçi öğeleri barındırdığını belirterek, “Dünya Çocuk Klasikleri bile ayrımcılıktan kurtulamadı” diyor.

Çocuk edebiyatı hiç masum değil

Yaren ÇOLAK

Tülin Tankut'un son kitabı 'Çocuk İnadı', Yeni Ülke Yayınları’ndan çıktı. Tankut’la kitabını ve karakterlerini konuştuk.

Kitabın ilginç bir bölümünden başlamak istiyorum. Öykünün baş kişisi altı yaşındaki Altınbaş’ın dış dünyayı algılamasında düşlemleri etkili oluyor. Düşlemlerin işe karışmasıyla dış dünya hakkında edindiği bilgi de haliyle öznel öğeler içeriyor. Çocuk, algılamasının dış dünya gerçeklik’i ile uyumsuzluğunu başına dert açan olaylardan sonra kavrıyor. Ama iş işten geçmiş oluyor. Çocuğun hayal gücü yaratıcılığını geliştirir ama hayal gücünü denetleyememesi de sakıncalı değil mi?

Haklı bir soru bu. Başıboş bırakılan çocuk hayatla baş edemez. Altınbaş da kendini hayallerine kaptırdığında gözü dünyayı görmüyor. Ancak öznel bilginin dış dünyanın gerçeklikliğine karşı gelip gelmediğini pratik etkinlikte çözebildiği sürece sorun yok. Nitekim bulutların mahiyetini yaşayarak kavrıyor. Okula gitme kararı da bu pratikten çıkıyor. Ayrıca, Altınbaş’ın gerçeklik algısı yetiştiği ortamın etkisi altında gelişiyor; köyde alt yapı yetersizliği var ama köyün çocukları doğayla iç içe yaşadıklarından şanslılar. Şans diyorum, çağdaş toplumda teknoloji şirketleri atağa kalktı, sanal dünyada çocuklar hayallerine, düşlemlerine el konulması, dolayısıyla yaratıcı dürtülerinin köreltilmesi tehdidiyle karşı karşıya.

Zihinsel özgürlüğün engellenmesine yönelik kaygılarınızı ve bu konuda yapay zekâya yöneltilen eleştirileri ciddiye aldığınızı yazılarınızdan biliyorum. Bu kaygıdan olsa gerek, finalde son sözü yine kendisi söyleyerek okuru şaşırtmayı sürdürüyor Altınbaş. İginç gelen bölümlerden biri de, Yeter’in dışadönüklüğüne karşılık diğer iki çocuğun içe kapanıklığı… Keke resim yaparak kendini ifade ediyor, Altınbaş özellikle yetişkinlerden kaçıyor; pek ender konuştuğunda da o yaşta bir çocuktan beklenmeyen sorular soruyor.

Bu, üzerinde durulmayan ya da derinine inilmeyen çocukluk hallerinden biri. Gözlemlerimi uzman görüşleriyle harmanlayarak nesnelleştirmeye çalışırsam; çocuk savunmasız. Sözel ve fiziksel şiddet, cinsel istismar vb konularda her şeyi hissediyor ama duygularını söze dökecek durumda değil, ancak yetişkinlikte olanları hatırlıyor, söze dökebiliyor ve acı çekiyor, hatta travma geçirebiliyor.

Çocukluk öyle pek de güllük gülistanlık bir dönem değil. Anne-oğulun gerilimli ilişkisi, Altınbaş’ın annesi Gül’ü de baş karakterlerden biri yapmış.

Bilinen tüm toplumlarda çocuk anneden sorulur. İyi olur Allahtan, kötü olur kuldan (anneden). Ben annenin çocuk yetiştirmedeki yükümlülüğünü görünür kılmaya çalıştım. Günümüzde bile anneye atfedilen kutsallık, kadın gerçekliğinin kavranmasını engelliyor. Gül’ün işi daha zor; köye dışarıdan gelin gelmiş; eşinin yokluğunda, evi geçindirme sorumluluğu omuzlarında, çocuğunu yetiştirmeye çalışıyor.

Hikâyede didaktik hava yok ama feminist bilginin ipuçları görülebiliyor. Baba yumuşak huylu, buyurgan değil. Çocuk bakımını karısıyla paylaşıyor. Çocukla çok ilgili. Dolayısıyla babalığın hazzını yaşıyor. Çalışmak için kente gittiğinde Altınbaş’ın ona ne kadar düşkün olduğu ortaya çıkıyor. Oysa o yaşta çocuklar anneye daha düşkündür diye biliriz.

İlk bakışta aileyi ülküselleştirdiğim düşünülebilir. Ancak tüm aileler Yeter’in ailesi gibi değil. Yeter’in babası baba değil, insan değil. İyi örnekler de var. Birbirine sevgi ve güven duygusuyla bağlı eşler yoksulluğa bile birlikte direniyorlar. Altınbaş’ın annesi, babası gibi yaşam koşulları dayattığında işleri paylaşıp cinsel rolleri bile gevşetebiliyorlar. Altınbaş’ın yaşadığı basit bir baba özleminin ötesinde, çocuğu babadan ayıran toplumsal koşullara karşı bir başkaldırı sayılabilir. Babaya hayran, çünkü baba onunla ilgileniyor, sıkmadan bilgilendiriyor, birlikte güzel vakit geçiriyorlar. Çocuğun ihtiyacını duyduğu babanın varlığı. Ama anneyle birlikteyken öyle mi?

Köyün muhafazakâr havası annenin özgürlüğünü kısıtlıyor. Bu da çocukla ilişkisini sınırlandırıyor. Finalde babaya ne olduğu belli değil. Okur merak edebilir.

Yaşam da net değil. Eve dönebilir de. Kent sürprizlerle dolu(!). Okur merak edip aklından çeşitli olasılıkları geçirsin istedim.

Nitelikli bir çocuk kitabında edebi haz vermenin yanı sıra, çocuğa dil bilinci kazandırma, okuma sevgisi aşılama, yaratıcı ve eleştirel bakış açısı edinmesini teşvik etme gibi özellikler arandığını biliyoruz. Bu konudaki düşünceleriniz nedir?

Yetişkin edebiyatı gibi çocuk edebiyatı da masum değil. Ulusal baskı altında, şoven milliyetçi, ırkçı, dinci, cinsiyetçi öğeleri barındırır. 'Dünya Çocuk Klasikleri' bile ayrımcılıktan kurtulamamıştır. Çocuğun eleştirel bakış açısı kazanması onu ayrımcılığa karşı uyarma işlevi görür. Sanatın, edebiyatın bir ayrıcalık olmaktan çıkarılması gerekir. Ama çocuk kitapları piyasaya sürülürken satın alma gücü olmayan kesim ne yazık ki düşünülmüyor.