Çocuklarla ne yapacağımı genellikle bilemiyorum. Onları sevmediğimden değil.

Çocuklarla ne yapacağımı genellikle bilemiyorum. Onları sevmediğimden değil. Sadece beni o kadar şaşırtıyorlar ki, onlarla birlikteyken nasıl davranacağıma, elimi kolumu nereye koyacağıma karar veremiyorum bir türlü.

Bir süre önce yeğenimle bir gün geçirdik. Günün sonuna doğru ikimiz de sokaklarda dolaşmaktan perişan olmuşken, kendimi ondan özür dilerken buldum. Daha çok büyüklerle zaman geçirmeye alışık olduğumu ve çocuklarla ne yapılacağına dair pek fikrim olmadığını söyledim. Defne bu durumu olgunlukla karşıladı. “Üzülme teyze” dedi, “ben sana öğretirim, hiç zor değil.” Ona diyemedim ki, tam da bu nedenle çuvallıyorum ya işte! Her şeyi biliyor gibi görünüyorsunuz. Çekiniyorum sizden.

Çocuklardan korkmasaydım kesin ilkokulda çalışırdım. Karı koca sınıf öğretmeni arkadaşlarım var. Çok kıskanıyorum onları. Her gittiğimde başka bir hikaye anlatıyorlar. Onların çocukları iyice korkutucu gerçi. İkisi de fazla akıllı. Küçük oğlanın adı Çınar. Geçen sene dört yaşındaydı. Bir ara başbaşa kaldık. Baktım oyunu falan bırakmış, dikmiş gözünü beni seyrediyor. Çocuklar onların yanında tedirgin olduğumu hemen sezerler. Bir süre ne diyeceğimi bilemeden sağa sola bakındım. Derken şu müthiş soru geldi aklıma: “Büyüyünce ne olacaksın?” Kocaman güzel gözlerini açıp hayretle baktı. Aptal olup olmadığıma karar vermek ister gibi. Sonra da omzunu silkip şöyle dedi: “Yine Çınar olacağım tabi!”

Çocuk kafası işte! Bu kafayı yapan neyse artık? Ne içiyorsa aynısından bana da ver, dedim annesine. Elimize birer bardak muzlu süt tutuşturdu, oturup hep birlikte Sünger Bob seyrettik.

Fena değildi aslında. Sünger Bob yani. Muzlu sütse hiç değişmemişti. Her zamanki gibi berbattı. Dünyayı yeniden çocukluğumdaki gibi görebileceğimi bilsem her gün içerim, orası ayrı. Ne biçim yazar insan o kafayla, biliyor musunuz?

Aslında biliyorsunuz, çünkü muhtemelen ‘Oğullar ve Rencide Ruhlar’ı okuyup Alper Kamu’yle tanıştınız. Üstelik benim gibi siz de, beş yaşındaki bu zehir hafiyenin hastası oldunuz. Çünkü onun varoluşun sorunlarıyla ağırlaşmış gözkapaklarının arasından dünyayı ne kadar isabetli bir şekilde gördüğünü biliyorsunuz.

Çınar’ın da, akıl yürütmek konusunda, Alper Canıgüz’ün küçük karakterinden pek farkı yok. Şu verdiği cevabı bir düşünün. Ondaki basitliği, güzelliği. Kaçınız bunu yapabilirsiniz? Hadi soruyu yeniden düzenleyelim, Çınar’ın anladığı gibi varlığın zaman içindeki sürekliliğine dair bir soru haline getirelim. Benim öğrencilere sorsak (ki soruyoruz da zaten), dünkü senle bugünkü sen aynı mı diye, kırk dereden su getirirler. Çınar’ın bulunduğu noktaya varabilmek için saatlerce ders yapmak gerekir. O da varabilirsek tabii.

Bu yüksek varlık biçiminden nasıl olup da şimdiki çamurlu bulanık zihinlerimize transfer oluyoruz hiç bir fikrim yok. Bu geçiş ne zaman gerçekleşiyor? “Beş yaş insanın en olgun çağıdır, sonra çürüme başlar” diyor Alper Kamu. Bana makul görünüyor.

Çınar’ın kendi “öz”üne dair tespiti de böyle bir olgunluk çağının eseri olsa gerek. Bunun altında yatan fikri çok anlamlı buluyorum: zaman geçse de onu Çınar yapan şeyin değişmeyeceğini söyleyerek, kendini bir takım vasıfların eklenip çıkarıldığı bir kıyafet askısı gibi görmediğini ifade ediyor çünkü. Bir “şey”ler bütünü değil, bir kimse olduğuna inanıyor. Hem de kendine has bir kimse.

Bu bana kendini her gün yeniden kurgulayarak izleyiciye sunanları hatırlatıyor. Sakinleşin, demek istiyorum onlara, siz bir proje değilsiniz. Bu kadar mühendisçe hazırlanmış bir kimlikle “piyasaya” çıkarsanız, dünyayla ancak bir iş ilişkisi kurabilirsiniz. Kimlik dediğiniz şey bir “vasıflar paketi” haline gelir, hayatınız da bu paketlerin sürekli değiş-tokuş edildiği pazar yeri. Al gülüm, ver gülüm. Hayırlı olsun. Kötü haber şu ki: aldığınız eğitim, bulunduğunuz çevre ya da işgal ettiğiniz makam nedeniyle sizi beğenenler, bu nitelikleri kaybettiğinizde hızla uzaklaşıp başka paketlerin peşine düşeceklerdir.

Çınar’ın çocuk kafasıyla hemen farkedip düzelttiği gibi, esas soru “ne” olacağınız değil “kim” olduğunuzdur. Gittiğiniz okullar, seçtiğiniz eşyalar, hatta mesleğiniz bile bir takım “şey”lerdir. Onları benimsemiş, beğenmiş, yeni birer “özellik” olarak kendinize “eklemiş” olabilirsiniz. Ama bunların hiç biri “siz” değilsiniz.

Siz kendisinde hep devam edecek olansınız. Biri sizi sadece bunun için severse ona inanın. Bundan daha sahici bir şey yoktur çünkü.