Boncuk”un kitaplarını almak için gittiğimiz, güya tüm Covid-19 tedbirleri alınarak açılan Ankara’nın burnunun dibindeki okulun manzarası yazdırdı bu yazıyı.

Okul tıklım tıklım, sıralarda ikisi yan yana oturmuş çocuklar, yüzlerinde maske yok, kara kuru ve sanki olmaları gerekenden daha küçükler… Okul pislik içinde. “Bir temizlik görevlimiz yok ki!” diyor genç öğretmen. Manzara bir Fakir Baykurt romanından fırlamış gibi…

Sen mutluluğun resmini yapabilir misin?” diye sormuş ya şair, “İşin kolayına kaçmadan ama” diyerek ressama…

Peki ya hüznün, korkunun, acının, özlemin, umutsuzluğun ve umudun? Bunların hepsini bir A-4 kâğıdının üzerine? Kuru boya kalemleriyle? İşin kolayına kaçmanın imkânsız olduğu bir ortam ve mekânda? Hiç eğitim almamış öksüz ve yetim bir çocuğun elleriyle?

Tam 30 yıldır duvarımda asılı olan o resmi aradım dün. Evi düzenlerken kaldırdığım yeri bulup asmak ve yazı öncesi bir kez daha bakmak için.

Tüm detayları hafızama kazılı ama. Kâğıdın ortasında uzanmış bir kadın var, başı açık, saçları çizilmiş. Sarıya boyalı elbisesi. Yanı başında çöp bebek gibi bir çocuk, elini uzattığı kadına bakıyor. Sağ üst köşede güneş parlıyor. Yeşil boya kaleminin yettiği kadarıyla yeşile boyanmış kâğıt. Solda, kadının başına yakın, bomba patlaması gibi bir kırmızı karmaşası…

Satın almak istedim bana uzatılan o resmi. Çocukların anaç bir tavuk gibi etrafını sardıkları yetimhane müdiresi kadın, savaşta ailesini kaybetmiş çocuğun para istemediğini, bana hediye etmek istediğini söyledi. Aldım. Memlekete döndüğümde çerçeveletip duvarıma astım.

Afganistan’a gittiğimde, Kabil’de ne zaman para bozdursam - ki banka falan yoktu ve soğan, şeker, bisküvi aklınıza gelen her şeyin satıldığı pazar yerinde, tezgâhlara oturmuş Hintli bankerler bozardı parayı – yarısını götürüp yetimhaneye verirdim. 100 dolar verip aldığım Afganiler öyle cebe falan sığmaz, siyah poşete doldurulup verilirdi.

O paranın yarısını bıraktığım yetimhanede illa da bu işin gazetelere çıkması için ısrar ederler, ısrarlarını “Yardımın gösterilmesi inancıma ters” diye güçlükle savuştururdum. Yardımın görülmesinden çok, “Komünistlere yardım ediyor” diye hedef olmaktı korkum. Ruslar gitmiş ama mücahitler yönetime gelmemişti. Kabil’deki yetimhane ülkenin her yerinden gelmiş öksüz ve yetim çocuklarla doluydu.

Yoksulluk korkunçtu. Yemek saatinde, ortaya serili bir örtünün etrafında halka olmuş çocukların önüne birer parça ekmek konulabildiğini içim kanayarak izledim.

Geçen gün gazetede yetimhanedeki bir Afgan çocuğun fotoğrafını gördüm. Hiçbir şey değişmemişti. Arkasında boyasız, kirli, delik deşik duvar, önünde serili örtünün üstünde o yassı “nan-i afghani”, Afgan ekmeği. “Savaş bitsin!” diyordu çocuk.

Çocuklar geleceğimiz ya… Yoksulluk da var tabii; ama eğer onları çağdışı bir kafanın ellerinde büyümeye mahkûm edersek, ne gelecek kalır ne de başka bir şey.

Hani ‘inanç sokakta olamasın, mahallede olmasın, insanın içinde olsun’ diye bir anlayış var” diyen, “İnanç işte insan ile Allah arasında olsun, evine yansımasın, ticaretine yansımasın, siyasetine yansımasın, adaletine, yargısına yansımasın” diyenlere işaret edip laiklik eleştirisi yapan Diyanet İşleri Başkanı, hayatın her alanı dine göre düzenlensin istiyor. Şeriat olsun!

Çok şey var çocuklarımıza veremediğimiz… Şu köy irisi yerin okulundaki çocuklarla özel mi özel okullardakiler arasında dağlar… Bir de, şeriatçı kafalara mahkûm ve laiklikten yoksun büyürlerse, mutluluğu da umudu da ancak kâğıtlara çizebildikleri bir gelecek bırakırız çocuklara.