Müziğin yerini bomba sesleri, sokakta tükenmeyen çalışmaların gürültüleri, acılı ana babaların çığlığı almış durumda. İyi müzikle tanışmayan çocukların sağlıklı ruh hali olması ne mümkün

Çocuklar bu çorak ortamda nasıl büyür?

1 Cem Akaş’ın romanını okudum. “Sincaplı Gece” adı. Uzun zamandır türler arası bir yakınlaşma olduğunu biliyorum. Hatta bu geçirgenliğin, yeni bir durum yarattığını, belirgin bir türden söz etmemin güçlüğünü de biliyorum. Bir yanım bu durumdan hoşlanmıyor. Akla her gelenin, konforlu bir tarifle ‘anlatı’ diye yutturulmasından yana değilim. Anlatmaksa mesele, kuşkusuz her yazar anlatıcılık işini üstlenir. Roman dediğimiz nedir öyleyse?

Cem Akaş ilginç ve başarılı bir roman yazmış. Uzun uzadıya okumaya tahammülü, zamanı olmayan kişiyi de içine alan; derinlemesine düşünmek isteyip, edebi lezzet kaygısı öne çıkan kimselere de uygun bir roman “Sincaplı Gece”. Uzun yazmak nasıl insanı değerli ve derinlikli kılmıyorsa, kısa yazmak da kolaycı ve sığ olduğu anlamına gelmiyor. Ama yalın olmak, sözü iyice inceltip dile getirmek beceri işi. Artık romanda belli bir sıra içinde akan bir öyküye gereksinim var mı? En değerli sorum budur benim…

Cem Akaş kurgu yapmış, dil lezzetli, güç olanı da başararak kısa ve yalın olmuş roman. İçinden geçtiğimiz kokuşmuş, tiksindirici kapitalizmi açıklığıyla ortaya koyuyor. Roman sanatının gücü bu sanırım. Bildiklerimizi bile bambaşka söylüyor bize. “Ben de böyle düşünüyorum”, “Ben bu adamı, kadını tanıyorum” dedirtmek kolay değil okura.

Bir yazar tanıdığımız için “O sadece ölü yazarları sever” demişti bir şair dostum. Ben öyle değilim. Bizim dilimizde olan güzel kitaplarla sevincim artıyor.

cocuklar-bu-corak-ortamda-nasil-buyur-200206-1.

2 Yaş ilerledikçe sağlık sorunları artıyor. İlk kez bel ağrısı hissettim. Öylesi çarptı ki, bir buçuk aylık bir tedavi başladı. Doktora gidince gülünç olsun diye: “Artık yaşlandık” dedim. Güler, “Olur mu öyle şey” der, diye umdum. Doktor: “Evet yaşla birlikte böyle sorunlar artıyor, dikkat etmelisiniz” dedi. Ardından da kırk beşi geçmiş olmama vurgu yaptı. Gerçek şu, insan hiçbir zaman sahiden yaşlandığını düşünmüyor. Elleri titrese, derisi pörsüse, gözü görmese, kulağı işitmese bile, derinde bu duygu belirmiyor. Bunu kabul ederse, ölümü çağırmış olur.

Yaşın ilerlediğini heyecanın solmasından, yaşam gücünün azalmasından anlar insan. Sanki eve daha bağlanır. Serseri bir ruh hali varsa da, üşengeçlik alır yerini. Garip bir açmaz bu. İnsanın olanakları yokken istekler çok, olanaklar artınca da isteği azalıyor. Yatay olmam gerekiyor ama durmuyorum. Yeni kitaplarla doldu pencere kenarı. Evin her yanını işgal ettiğim söyleniyor. Huysuz ve mızmız olduğum iddiaları var, ben asla buna katılmıyorum. İtiraf edeyim her şey gözümde pek büyüyor.

3 Şükrü Erbaş’ı iki sene önce Datça’da kısacık bir sohbette tanıdım. Şiirlerini bilirdim elbet. Yakın mıydım şiir anlayışına, diline, kararsızım. Sevdiklerim var, bana uzak olanlar da! Ama son kitabına vuruldum. “yaşıyoruz sessizce” bir şairin geleceği en güzel nokta. Sevdasını damıtmış, acısını en güzel hale koymuş, üzerimize dizeleri, güzel bir güz yağmuru olarak serpiyor. Sevgilisi, yâri, dostu, yoldaşı, eşi Hatice için yazmış. Bir ömür Hatice için yaşanmış, Hatice olmuş Şükrü, Şükrü olmuş Hatice. Sevdanın böyle güzeline ne denir.

Kitabın girişindeki alıntı Hatice Erbaş’tan:

Babanız içerde şiir yazıyordur diye
çocuklarımı sessiz ağlattım ben

Ben buna şiir derim arkadaş, söyleyen kadının önünde eğilirim.
Kolu kanadı kırılmış Şükrü Erbaş’ın, Hatice gittiğinden beri. Artık iki kişilik yaşıyor ve söylüyor, susuyor. Belli ki aramızda daha bir yaban sayıyor kendini. Tam bir şair olarak, dizesiyle avutuyor yarasını, sarıyor. Ne keder. Ne güzel bir sevdanın kederi bu! Bir geceyi bitirdik birlikte Şükrü, Hatice ve ben. Sessiz bir evin, pencere kenarında, silik bir ışık eşliğinde, dışarıda ağır akan yaşamı kenara koyarak okudum dizeleri. Hangi birinden söz etsem, diğeri eksik kalacak.
cocuklar-bu-corak-ortamda-nasil-buyur-200207-1.
Çocuklar geldiler mi hiç?

Geldiler Hatice
İçimize baktık uzun uzun
Sana geldik
Tek tek odaları kokladılar
Bizimle ağladın sen de
Sonra yine ikimiz kaldık

4 İki gün üst üste konsere gittim. İstanbul’da en mutlu olduğum, haz duyduğum etkinlikler klasik konserler olurdu hep. Yazık ki artık doğru dürüst programlarını takip edeceğimiz salonlar azaldı, yok gibi. Çorak düşün ortamı içinde, müziğin ne denli önemli olduğunu kimse fark etmez halde. Müziğin yerini bomba sesleri, sokakta tükenmeyen çalışmaların gürültüleri, acılı ana babaların çığlığı almış durumda. İyi müzikle tanışmayan çocukların sağlıklı ruh hali olması ne mümkün!

Borusan, İşSanat, İKSV bu çöl ikliminde vaha olma çabası içinde. Dünya yıldızlarını izleme olanağı buluyoruz.


Artık sanatçılar ülkemize gelmek istemiyor. Joyce Didanato büyük ve özel bir ses. Cesaretli kadın, geldi. Ülke için o kadar korkunç bir kampanya sürüyor ki dünyada, korkması doğal insanların. Oysa savaş zamanında da insanlar tüm duygularını yaşar. Sever, öfkelenir, sevişir, kıskanır, hüzünlenir ve ayrılık acısı dağlar yüreğini. Muaf değildir insan O(HAL) günlerinde duygularından…

5 Nilgün Marmara’nın “Defterleri”i yayımlandı. Tepeden tırnağa hazin bir öykü… Sonu intiharla biten bir yaşam, kısacık süren… Marmara’nın ölümünün ardından kapanmamış bir yara var diyeceğim ama değil, ‘mesele’ var. Çeşitli aktörler sahne almış genç şairin yaşamında, fırtına günlerinde gelen sonu görmemişler ve ardından açık kalan hesap görülmeye devam etmiş. Bu defterler yayınlamalı mıydı?
Biz okurlar için, sevdiğimiz ya da merak ettiğimiz bir sanatçıya dair elimize ne kadar çok bilgi geçerse, sevincimiz katlanır. Onun sırrına vardığımızı hisseder, bir tür gizem ortaklığına girişiriz. Üstelik hepimiz aynı metni okur, başka anlamlar çıkarırız. Bencil bir tutumla, elimde tuttuğum kitap halindeki defterlerden memnun olmam gerekirdi. Nedense Marmara’nın izni alınmadın, onun giz dünyasına girmek, ruhunun bize göstermek istemediği yanlarına tanık olmak acıttı içimi!

Bir yazarın/şairin ardından okunacağını bilerek günlük/not tutması başkadır, tüm saflığıyla, sadece sevdiklerine, güvendiklerine yazması başka! Aziz Nesin “Okuma Notları”nı bizim okuyacağımızı bilir. Dilinden kavrarız bunu. Bir biçimde ölümden sonra okunacak son eseri gibi düşünmüştür. Ama Marmara öyle değil işte. 29 yaşında bir kadından söz ettiğimi biliyorum. Hesap etmiş olsa yazdıklarının okunacağını, intihar etmezdi. Peki, bizim okumaya hakkımız var mı?

Okudum ama…

6 “Bu kitap aslında hiç yayınlanmamalıydı” diye yazıyor önsözde Kağan Ünal. Kim? Nilgün Marmara’nın eşi… “Daktiloya Çekilmiş Şiirler” ve veda mektubunu, sanki valizini toplar gibi hazır edip, bırakmış ve öylece ölüm yoluna koyulmuş Nilgün Marmara. Demiş ki; “Benden size bu kadar dostlar.” Okurlar, yazarların dostu değil mi? Ötesini istemek hakkımız var mı?

Şairin defterleri, notları, mektupları Günseli İnal tarafından, anlaşılan pek de özen göstermeden ve belki de biraz kimileri tercih edilerek yayınlanmış. Ele geçiş biçimi de ayrıca tartışmalı. Kağan Ünal yıllarca eşinin elinden çıkma ve yayımlanmış metinlerin özgün hallerine ulaşamadığını anlatıyor. Yarım yayımlanan metinlerin, kimilerini sanık koltuğuna oturttuğunu, bu yüzden de, bu kitabın tarihi aydınlatmak için zorunlu yayımlandığını söylüyor. Yani kararı bize bırakıyor.

Böyle bakınca bir haklılık var gibi. Lâkin defalarca Nilgün Marmara’nın hatırasının bu biçimde, haksızca ortaya saçılmasının sorumluluğunu kim taşıyacak? İnsan ölmüş eşinin ardından suçlu sayılmak istemez elbet. Ağırdır bu yük. İntihar kişinin tercihi bile olsa, yakınlarına sorumluluk düşer sanılır. Belki de öyledir. Demek defterler sadece Marmara gerçeği için değil, kişisel bir adalet arayışından dolayı da yayımlandı.
Nilgün Marmara’nın göç isteği haklı.

cocuklar-bu-corak-ortamda-nasil-buyur-200208-1.

7 İntihara giden yolları ustalıkla, yüksek sesle olmasa da şiir inceliğiyle döşemiş Nilgün Marmara. Veda edeceğini söylüyor. Yaşamda ısrar etmenin ne denli “saçma” olduğunu gösteriyor. Dil yetmiyor, zorluyor; aşk yetmiyor, yıkıyor; hakikat yetmiyor, düşlüyor; insanlar sahte geliyor, putlarını kırıyor… Kimsecikler; yeteneğini sezenler, yüreğini sevenler, varlığına tutunanlar fark etmiyor… Ediyorlarsa bile, kondurmuyorlar. Nilgün Marmara, şimdi üzerine yazdığımız, söylediğimiz sadece gencecik bir insan/kadın. Yarım kalan bir yaşam diyebilir miyiz? Bence o duyarlılıkta, cesarette bir kadına haksızlık olurdu. Yazgısına egemen olmayı başarmış…

Ardında bıraktığı şiirler, uzun süre sessiz durdu öylece. Bir de hiç solmayan bir veda mektubu var. Bize düşen nedir Nilgün Marmara’nın ardından? Nasıl Orhan Veli genç kalmayı başarıp, Oktay Rifat ve Melih Cevdet’in kardeşi olarak kalmayı becerdiyse ve hepimiz ondan daha yaşlıysak artık… Marmara da yaşsız bir kız kardeş, sevgili, ana, vicdan, şiir ve aynadır hepimiz için… Bakın, göreceksiniz…