Geleceğe dönük (‘İstikbal’) bakışlarını bugüne odaklayamayan anne-babaların, bugünden ötesini görmeye henüz beyin gelişimleri elvermeyen...

Çocuklarımızın geleceğine ilişkin ideallerimiz, onların nasıl bir yaşam süreceklerine dair hayallerimiz bugünü unutmamıza, ya da bugünü geleceğin hizmetinde bir ara dönem olarak görmemize yol açıyor. Bir yandan da, çocuklarımızın geleceğine kendi fantezilerimizi yansıtmanın, onları kendi gerçekleşmemiş hayallerimizi hayata geçirmekle yükümlemenin yanlış olduğu kanısı bizi tutuklaştırıyor. Çocukların geleceği ile ilgili beklentilerimiz olması yanlış mı? Yanlış mı, doğru mu tam olarak bilmiyorum, ama böyle bir tasarımın ya da idealleştirmenin doğması kaçınılmaz. Diğer yandan, bu idealleştirmenin kaçınılmaz olması, bunun gerçekleşmesinin kaçınılmaz ya da ‘şart’ olduğu anlamına gelmiyor. Başka bir deyişle, çocuğumuza ilişkin ideallerimiz ve beklentilerimiz olabilir, ama çocuğumuzun büyük ölçüde bu ideal ve beklentilere uymaması da kaçınılmaz! İki kaçınılmazlık arasındaki çelişkiyi çözdüğümüz ölçüde, (ya da bu çelişkinin farkında olduğumuz ölçüde) ve bu çelişkiyi yok etmek için çabalamak (veya debelenmek) yerine, kendi beklentilerimiz ve çocuğun realitesi arasındaki uzlaşmayı gerçekleştirdiğimiz ölçüde rahata ereriz.


Peki, bu rahat ne kadar sürer?  Çocuk büyütenlerin huzurunun kolayca kaçması, çocuklu yaşamın doğasına aykırı. Anne-babaların sınav maceralarını düşündüğünüzde, tam her şey bitti derken, en yüksek derecede  eğitim görmüş birisi için bile sınavların bitmezliği kendini hatırlatıyor. Çocuklu hayat hakkındaki ilk kitabımın adını "Düşe Kalka Büyümek" koyduğumda, bu rahat edememe halinin doğallığını vurgulamayı istemiştim. Çocuktan hiç düşmemesini bekleyen bir yaşam, pürüzsüz bir yaşam yok, olacağı da yok. Pürüzsüz yaşam, ancak yaşamamayla mümkün kalan bir şeydir. Bu tıpkı bir evin misafir odasının ancak kullanılmadığı takdirde temiz kalması gibi. Oysa, evlerdeki dağınıklık, canlılığın, orada bir yaşam olduğunun belirtisidir. O yüzden de, "yeniden doğdum torunumla" diyen aile büyükleri kendi çocuklarının hayata başladıkları zamandaki yaşam enerjisini tekrar yakaladıklarını anlatıyorlar.


Geleceğe dönük (‘İstikbal’) bakışlarını bugüne odaklayamayan anne-babaların, bugünden ötesini görmeye henüz beyin gelişimleri elvermeyen çocuklarla ortak nokta yakalaması çocuk yetiştirme denen onbinlerce yıllık sürecin kritik noktası. Onbinlerce yıldır her kuşakta sayısız kez denense de bir türlü ‘standart’laşamayan anne-babalıkta reçetelerden ziyade ilkelerle hareket etmek bana uygun geliyor. Yine de bir ideal anne-baba profili (gelecek, endişe ekseninde) reçetesi isteyen olur diye tedbirli davranarak bir tarif vereyim:


Gerçekçi ama gerçekleri ‘kuzguna yavrusunun kartal gözükmesi’ misali hafifçe (ama daha fazla değil) yadsıyan, kusur görücülüğünü denetleyebilen anne-babalar, gelecek karşısında duydukları endişeyi daha az yansıtıyor, çocuklarına ilişkin hayal kurmaktan da, bu hayallerinin gerçekleşmemesi olasılığından da daha az korkuyorlar.

***
Sağdan soldan sorulara yanıtlar (farklı röportajlardan derleme)
Bilim hakkında bilgi sahibi olmanın anlamı nedir? Bilim hakkında okumanınayata daha dikkatli bakmamıza yol açtığını düşünürüm. Hayat bize göründüğü gibi olmayabilir. Hayatın nasıl seyrettiğini, başımıza gelenleri ve gelebilecekleri açıklayacak, yaşamımıza yol gösterebilecek bilimsel bilgi ve deneyim orada durmakta ve kullanılmayı beklemekte… Hayata bilimin açtığı pencereden bakmak, bakış açınızı genişletir ve çeşitlendirir. Düşünülenin aksine, duygularımızı ve sezgilerimizi de bu bilimsel perspektifin parçası olduklarında en etkin biçimde kullanabiliriz.


Kitap hayatı nasıl değiştirir? Bir kitap, bir iç dünyamız olduğunu hatırlamamıza, hayatın önünde yuvarlanıp gitmek yerine, ona yön vermeyi düşünmemize yol açabilir. Aklımızın yetmediği yerde, sezgilerimize kulak vermemizi, duygularımızın yolumuzu tıkadığı noktada, düşüncelerimizin yolumuzu açmasını akıl etmemizi sağlayabilir. Aceleci olmamayı, düşüncenin akıp gitmesine izin vermeyi, duyguların aydınlatıcı ve körleştirici etkilerine dikkat etmeyi öğrenebiliriz. Hayata başlarken beraberimizde getirdiklerimizi, zaten bildiklerimizi böylece oldukları yerden çıkartıp uygulayabiliriz.
‘Günümüz insanı’ nasıl birisi? Hayatın hızlı akışı, sorumluluk ve yüklerin geçmişle kıyaslanmayacak denli ağırlaşması, geleceğin belirsizleşmesi, özellikle kaygı ve korku gibi duyguları tetikliyor. Bu duygular, hayatta kalmaya yönelik ‘bugünlük’ dürtülerimizi harekete geçirirken yaşamaya, hayatın anlamını bulmaya yönelik yanımızı geriye itiyor.

Saçmalamak bir ruhsal bozukluk işareti mi?

Siyasetçilerin, yöneticilerin ruh sağlığı bozuk da ondan mı saçmalıyorlar? Saçmalamak, tutarsız düşünmek, yalan söylemek gibi davranışları gösterenlerin bu durumunu ruh sağlığındaki bozulma ile, ‘hasta’ olmalarıyla açıklamaya kalkmak pek doğru değil. Birkaç sebepten: Birincisi, ruh sağlığı bozulmasında, ruh hastalığında, kişilerin kendi seçimleri dışında, kendi kontrolları dışındaki etkenlerin rolü belirleyici. Her saçmalayan, abuk subuk konuşana ruh hastası etiketini yapıştırmak ruh sağlığı gerçekten bozulmuş insanlara haksızlık. Ruhsal bozuklukları olan insanların kasten zarar vermek amaçlı yaptıkları pek az şey varken, yalan söyleyen, insanlara, doğaya  zarar gelmesine yol açacak kararlara imza atan siyasi yöneticilerin tanılanabilir ruhsal bozuklukları mevcut değil. Bir mazeretleri yok, anlayacağınız.


İkincisi, insanlar yanlış sayılan ya da topluma veya kendilerine zarar verici davranışlarda bulunduklarında, (ya da tam tersi davrandıklarında da) ruhsal yapılarındaki bir farklılığın, beyin işleyişlerindeki bir atipikliğin duruma eşlik ettiğini görebiliriz. Ancak, bu duruma bir hastalık statüsü tanımak, gereksiz bir mazur gösterme olur.