Hayata, varoluşa, kendimize, ötekilere ilişkin olumlu-olumsuz ilk temsiller, ilk imajlar çocuklukta oluşuyor. Bu oluşanların önemli bir kısmı ilk nesnelerimiz olan ebeveynlerimizden aktarılıyor bizlere. Önce onların gözlükleriyle görmeye çalışıyoruz kendimizi, hayatı, olup biteni

Çocukluğa inmek

TUĞÇE ISIYEL - Psikolojik Danışman/ Psikoterapist
tugceisiyel@gmail.com

İnsanın bedeninde ağrıyan, sızlayan yer neresiyse hatta bu bir tırnağın ucu bile olsa, orası bedenin merkeziymiş gibi olur ya, varoluşun da sızlayan yeri hep çocukluktur sanki. Kişinin hayat evreleri içerisinde en fazla topallayan, su toplayan, kuruyan ve hatta kanayan yeri. Peki ne var bu çocuklukta? Oraya inilmesini gerektiren hangi gizleri barındırıyor içinde? Hangi kilidin anahtarını saklıyor? Nasıl bir yangın yeri orası?

Çocukluk evresine birçok ayrılığın ardından giriyoruz. Girdiğimizde üstümüz başımız dağılıp, kir pas içinde kalıyor zaten.

İlk önce annemizin rahminden, sonra memesinden daha sonra da kucağından ayrılıp hayata ilk adımlarımızı atıyoruz.

Anneyi -belki de ilk sevgili mi demeliyim- paylaşmamız gereken ötekilerin, toplumun, bir adamın varlığından haberdar oluyoruz. Yasımızı yasaya evriltiyoruz. Öncelikle buralar başlı başına birer meselemiz haline gelebiliyor.

Aktüeldeki anne-babamızla bir sorunumuz olsa da olmasa da, çocukluğumuzun anne babasıyla ya da çocukluğumuzda içselleştirdiğimiz anne-babalarımızla genellikle sorunumuz olabiliyor. Çocukluğumuzun anne-babası hep başka insanlarmış gibi geliyor. Belki de büyüme sancılarımızın üstesinden onlarla olan meselelerimiz üzerinden gelmeye çalışıyoruz.

Yüzde yüz mutlu çocukluk var mıdır acaba? Pek sanmıyorum. Yetişkinlikte bize dert olan aşırılıklarımızın, zaaflarımızın, zayıflıklarımızın, kötücül taraflarımızın büyük bir çoğunluğunun temeli çocuklukta atılmıyor mu? Elbette bunun tam tersi de mümkün. Çocukluğu günah keçisi haline getirmiyorum. İyicil birçok şeyi de içselleştiriyoruz çocuklukta. Ancak ben bu yazı bağlamında çocukluk dönemindeki bazı yaşantıların elimize ayağımıza dolanan kısımlarını irdelemek istiyorum.

Hangi insan diyebilir benim komplekslerim, mutsuzluklarım, olumsuz taraflarım yok diye. Diyebilen varsa bu bile başlı başına kocaman bir problem teşkil etmektedir. En basitinden bu kişi çocukluğunda nasıl bir yenilgi duygusu ya da nasıl yoğun bir onaylanma-takdir beklentisi yaşamıştır ki, kendisiyle ilgili herşeyin yolunda olduğunu göstererek bu olumsuzluğu telafi etmeye çalışmaktadır.

“Çocukluğuma dair hiçbir şey hatırlamıyorum” diyen kişilere rastlıyorum bazen. Bu bir bellek problemi gibi gözükse de derinde bambaşka şeyler barındırdığını çok aşikar. Kişi çocukluğunda hangi yaşantılardan geçmiştir ki bunları belleğinin en ücra köşelerine hapsetmiştir. Unutmak, çok güçlü bir bastırmadır. Bastırılan şeyler ise bilinçli olarak kabul edemediğimiz, kabul etmekte zorlandığımız ve davranışlarımızı büyük ölçüde yönlendiren yaşantılarımızdır.
cocukluga-inmek-320886-1.
Hayata, varoluşa, kendimize, ötekilere ilişkin olumlu-olumsuz ilk temsiller, ilk imajlar çocuklukta oluşuyor. Bu oluşanların önemli bir kısmı ilk nesnelerimiz olan ebeveynlerimizden aktarılıyor bizlere. Önce onların gözlükleriyle görmeye çalışıyoruz kendimizi, hayatı, olup biteni. Eğer o gözlükler kirliyse, camları kırıksa ya da numaraları ilerlemişse bizim gözlerimiz de ona göre biçimleniyor. Artık o gözlükleri kullanmıyor olsak bile o gözlükleri kullandığımız zamanlarda biçimlenen gözlerle bakmaya devam ediyoruz olup bitene. Bu bakışın bulanıklığını temizleyebilmek için ise kendimizi ebeveynlerimizden sağlıklı bir şekilde ayrıştırmayı başarabilmemiz gerekiyor. Ancak sağlıklı bir ayrışmayla kendimize ait bir bakışın varlığı mümkün olabilir.

Hayatımızın ilerleyen zamanlarında kendimizle kuracağımız ilişkiyi önce ebeveynlerimizin bizimle kurduğu ilişki biçiminden öğreniriz aslında. Çocukluk dönemimiz boyunca ebeveynlerimizin bizi eleştirme, sevme, takdir etme, yargılama, sakinleştirme biçimleri bir süre sonra bizim iç sesimiz haline gelir. Kendimizle kuracağımız ilişkinin önemli bir parçasını oluştururlar. Örneğin ebeveynlerimiz tarafından çok sık suçlanmışsak, her olayda ve durumda biz de hemen kendimizi suçlayıp kendimize yüklenebiliriz. Eğer zor durumlarda onlar tarafından yeterli şefkati ve desteği görmüşsek biz de zor durumlarda bunu kendimize verebiliriz. Eğer onlardan sağlıklı bir şekilde ayrışmayı başaramazsak tıpkı kendimize ait bakışı bulamayacağımız gibi kendimize ait sesi de bulamayabiliriz. Kendi iç sesimiz sürekli ebeveynlerimizin sesiyle karışabilir. Ve iç dünyamızı kocaman bir gürültü kaplar. Kakofoniden geçilmez ortalık.

Kendimize gerçek anlamda nasıl temas edeceğimizi, hangi sesleri muhafaza edip hangilerinden kurtulmamız gerektiğini, hangi sesleri isteyip hangilerini istemediğimizi bilemeyebiliriz.

“Gökyüzü gibi bir şey bu çocukluk, hiç bir yere gitmiyor” der Edip Cansever. Başımızı nereye uzatsak orada çocukluğumuza rastlarız aslında. Problem çözme becerilerimizden tutun da bağlanma stillerimize kadar, korkularımızdan tutun da hayallerimize kadar diz boyu çocukluktur her yer. Çocukluğumuz, bizim nasıl ebeveynler olacağımızı, iş yerinde nasıl bir çalışan ya da nasıl bir işveren olacağımızı da büyük ölçüde belirleyecek güçtedir.
Çocukluğumuz, yaşamın zorluklarına karşı nefes almamızı da sağlıyor olabilir. Çünkü acılara karşı ilk bağışıklığımızı çocukluğumuzda kazanmışızdır. Bizi, hayatın virüslerine karşı direncimizi yüksek tutan belki de çocukluğumuzda aldığımız yaralardır. Şunu da unutmamak gerekir ki çocukluğumuzda aldığımız bir yara sayesinde artık hiçbir şey eski haline dönmeyebilir zira hamurumuz o yarayla şekillenmeye başlamıştır. Ancak o yaranın varlığını kabul ederek onu işleyerek dönüştürmeye başlayabiliriz. Ve o yarayı daha işlevsel bir hale getirebiliriz zamanla. Yaranın işlevselliği, bu yarayı yaratıcı bir sürece dönüştürebilme becerisidir çoğu zaman. İlla sanatsal bir yaratıcılıktan bahsetmiyorum burada. Yaratıcılığın, yaratıcı düşünmenin her türlüsünden bahsediyorum. Bir kitap yazmak, bir film çekmek, bir mimari proje yürütmek de olabilir bu, bir yardım kuruluşunda bir şeyler yapmak, bir çocuğa bir şeyler öğretmek, kişinin kendisiyle iyi geçinmesi de olabilir, iyi bir ebeveyn olması, insan ilişkilerindeki başarısı da olabilir.
cocukluga-inmek-320887-1.
Çok sevdiğim İranlı şair Furuğ Ferruhzad bir şiirinde “yaralarım aşktandır” der, ben de yaralarım/yaralarımız çocukluktandır demek istiyorum. Her zaman olmasa bile çoğu zaman bu böyledir.

Bir tarafımız o yaraları saracak birilerini bekler hep. O yaraların varlığıyla kendimizi edilgen bir pozisyona sürükleyebiliriz. “Öpeyim de geçsin” diyen yeni bir ebeveyn bulma ihtiyacından mı gelir bu istek? Oysa bilmeliyiz ki bu isteğin sonu her zaman hüsrandır. O yaralarımıza çağırdığımız insanların bize yeni yaralar açma olasılığı oldukça fazladır. Yara yarayı çağırır çoğu zaman. Yara yarayı sever, bazen de yaralıyı… Bu yüzden değil midir ki benzer ilişki paternleri, benzer adamlar/kadınlarla, benzer buhranlara sürükleniriz her seferinde. “Yine aynısı oldu” deriz. Var olan yaralarımızı daha fazla kanırtırız. Bu elbette lanetli olduğumuzu ya da kader kurbanı olduğumuzu göstermez. Ama kendimize dönüp kendimizle ilgili bazı meseleleri halletmemiz gerektiğini gösterir. Kendimize doğru tez zamanda yollanmamızın sinyallerini verir. Kısır döngüleri kırmak için bir vesiledir belki de bu tekrarlayıcı yaşantılar.

O yaralar bizimdir. O yaraları başkalarının sarıp sarmalamasını beklemektense önce kendimiz onlara dokunabilme cesaretini gösterebilmeliyiz. Gerekirse o yaraya pansuman yapıp sonra kabuk bağlamasına izin vermeli ve ardından oluşan yara izine saygı duymalıyız.

Çünkü yara izi, biraz da yaşam izidir.

Ama en çok da çocukluğun izi.

Çocukluğumuzun başını okşamalı ve “uzanıp kendi yanaklarımızdan” öpmeliyiz.