‘Tıkanma’ seks düşkünlüğü denilen insani duruma değin bir şeyler söyleme çabasıyla takdire değer bir iş olsa da, sonuç olarak ...

TIKANMA
‘Tıkanma’ seks düşkünlüğü denilen insani duruma değin bir şeyler söyleme çabasıyla takdire değer bir iş olsa da, sonuç olarak doyurucu bir film olmayı başaramıyor
‘Bir Kadının Seks Günlüğü’nü izlemiştik yakın bir geçmişte. Seks düşkünü bir kadının hikâyesini, seksi bayağı sömürerek anlatıyordu sözkonusu film. Yine de seks düşkünlüğünün ardında sevilemeyeceğine yönelik bir saplantının olduğunu, bütün bu sevgiden kaçışın ardında yine de sevgi arayışının varlığını hissettirmişti film, bütün yüzeyselliğine rağmen. ‘Tıkanma’nın erkek kahramanı Victor (Sam Rockwell) da aynı soruna sahip, yani o da bir seks bağımlısı. Victor, terapi gruplarında bile kendi gibi bağımlılarla seks yapma fırsatlarını kaçırmıyor. Viktor’un travmalarla dolu bir geçmişi var. Babasız yetişmiş bir kere.
Annesi babasının kendisini sevmediğine ve terk ettiğine dair uyduruk bir hikâyeye inandırmış onu. Victor sık sık annesinin yanından alınıp, bakıcı ailelerin ayanına veriliyor fakat her seferinde uyuşturucu bağımlısı ve tam bir serseri olana annesi tarafından yeniden kaçırılıyor.

İNSANİ DURUMLAR
Filmin geçtiği zaman diliminde ise anne artık Alzheimerli bir hasta ve bir bakım evinde kalıyor. Victor eski Amerika’yı canlandıran bir tematik köyde oyunculuk yapıyor. Ayrıca lokantalarda boğazına yiyerek kaçırarak boğulma numaraları yapıyor. Kendisini kurtaranlar artık kendilerini Victor’dan sorumlu hissediyorlar ve parasal yardımda bulunuyorlar. Victor’un bu girişimlerden elde ettiği tek şey para değil bence gerçi.
O,  kendisinin sorumluluğunu üstlenen, ona sahip çıkan baba figürleri de ediniyor böylece. Gerçek hayatta yaşayamadığı bir sahip çıkılma duygusunu yaşıyor. Derken Victor’un annesi, ona gerçek babasının aslında anlattığı kişi olmadığını söylüyor. Victor hayatına dair gerçeği keşfetmeye çalışıyor ve bu sırada hastanede çalışan bir kadın doktorla yakınlaşıyor.
‘Tıkanma’ seks düşkünlüğü denilen insani duruma değin bir şeyler söyleme çabasıyla takdire değer bir iş olsa da doyurucu bir film olmaktan uzak. Filmde bir ucuza çıkarılmışlık hissi var baştan sona. ‘Dövüş Kulübü’nün yazarı da olan Chuck Palahniuk’un romanından uyarlanan bu filmin daha çarpıcı, daha ısırgan olmasını bekliyor insan. Sahneye ne zaman doktor kılığında dolaşan bir hasta olan Paige (Kelly McDonald) girse film ilgici çekici hale geliyor ama asıl hikâye Victor’un ve o hikaye de seyirciyi yeterince içine çekemiyor.

KIZ KARDEŞİMİN HİKÂYESİ
Ölümü beklerken
Neo-klasik ekonomi bilimine bakacak olursanız insan rasyonel bir varlıktır. Ama insan bir kere korkunun egemenliğine girerse, rasyonellik uçup gider. ‘Kız Kardeşimin Hikâyesi’nin en mühim ve nihayetinde en çok değişime uğrayan karakteri,  çocuğunu kaybetme korkusuyla aklını yitirmiş gibi davranan Sara (Cameron Diaz).  Her an çocuğunu yitirme tehlikesiyle yaşayan bir anneden rasyonel davranmasını beklemek, irrasyonel bir şey aslında. Sara ve Brian biri erkek, diğeri kız iki çocuklarıyla mutlu bir hayat sürerken, küçük kızları Kate’in lösemi olduğu ortaya çıkıyor. Kate’in iyileşmesi için kendisiyle genetik olarak uyumlu bir donöre ihtiyacı var. Yani Kate’in kemik iliği tedavisine ihtiyacı varsa, ona bunu sağlayabilecek bir verici gerekli. Sara ve Brian bunun üzerine, Anna’yı dünyaya getiriyorlar.

YİTİRME KORKUSU
Anna’nın hayata getiriliş nedeni, ablası Kate’e yedek parça deposu olarak hizmet vermesi yani. Film Anna’nın bu kaderine isyan edişiyle başlıyor. Artık 11 yaşında olan ve o güne kadar ablası uğruna bin bir acıya katlanmış olan Anna kardeşine böbreğini de vermek istemiyor ve kendisini ailesine karşı koruyacak bir avukat tutuyor. Kate’in iyileşmesi de olanaksız görünüyor bir yandan. Fakat Sara Kate’i ölüme terk etmemeye kararlı ve bu uğurda diğer kızını sakat bırakmaya da hazır. Film annenin hasta kızını bu saplantılı kurtarma çabasıyla diğer aile fertlerinin arasındaki gerilim üzerine kurulu.
Bir evlat kaybetmek hayatta yaşanabilecek muhtemelen en kötü şey. ‘Antichrist’, ‘Üç Maymun’, ‘Oğul Odası’,’Yatak Odasında’, ‘Seni O kadar Çok Sevdim Kİ’ hep bu temayı ele alan filmler. Bu filmler daha çok evlat kaybı sonrasında geride kalanların halini anlatırken, ‘Kız Kardeşimin Hikâyesi’ kayıp beklentisi içinde geçen günlere yoğunlaşmış. İnsan ancak geleceğe bakarak yaşayabilir. Gelecek görememek, yaşarken ölmeye başlamakla eş anlamlı. ‘KKH’ bütün bu yoğun psikolojiyi hakkıyla veremiyor. Anne karakteriyle empati kurmayı baştan zorlaştırıyor, kardeşler arasında anne-babanın ilgisini çekme konusundaki rekabeti hakkıyla değerlendirmiyor, erkek kardeşin hikâyesini çok az veriyor, bir çocuğun kendi hayatını kontrolü mücadelesini finalde bambaşka bir kulvara kaydırıyor, babanın zengin ve fakat empati yoksunu akrabalarıyla ilişkisi bir kez laf düzeyinde geçip, gidiyor vb. Film seyirciyi ağlatmayı başaracaktır ama pek de kalıcı bir iz bırakacağını sanmıyorum.
Bütün bu trajediye rağmen, bu ailenin çok şanslı bir aile olduğunu düşünmeden de edemedim. Yeterince paraları var, aile kayba rağmen kalabalık bir aile olarak varlığını  sürdürebiliyor, annenin geri dönebileceği sağlam bir kariyeri var, babanın kardeşlerinden destek görmeseler de annenin kız kardeşi her daim yardımcı, aile bireylerinin geçmişte yaşadıkları başka büyük travmalar yok. Yani geleceğe bakabilen bir aile var. Bunlara sahip olmadan benzer trajediler yaşayanlara iyi şanslar dilemekten başka çare yok.

KAN GÖLÜ

Cennetten kovulanlar: Dönüş yok
‘Kan Gölü’ne dair eleştirileri okurken, yeni bir İngilizce kelime öğrendim: Chav. Chav’ın filmimiz açısından önemi var, çünkü film ‘chav’ şiddeti üzerine. Peki, ne bu chav denilen? Chav, yoksul, çoğunlukla işçi sınıfı kökenli ailelerden gelen, hip-hop dinleyen, Burberry markasına ve parıltılı şeylere meraklı, çocuk yaşta çocuk sahibi olan, saldırgan, ırkçı ya da toparlamak gerekirse  anti-sosyal davranışları olan ergenlere deniyor Birleşik Krallık’ta (İngiltere yani). Chav’ların kendileri ırkçı fakat chav’lara yönelik bakış da ciddi biçimde faşizan. Urban Dictionary (bir web sözlüğü) chav tanımına ‘bir alt-insan türü’ diyerek başlıyor. İngiltere’de sokak şiddeti arttıkça, ‘sallandıracaksın şunlardan üç beş tanesini…’ türü tepkiler de çoğalıyor.
‘Kan Gölü’nün chav olgusu karşısında  nerede durduğu önemli. Film, genç bir çiftin bir göle dönüşmüş eski bir maden ocağında kamp yapmaya gidişiyle başlıyor. Jenny (Kelly Reilly: Nicholas Roeg’ün ‘Puffball’unu bulursanız muhakkak izleyin, Reilly bu filmde çok çarpıcı) bir anaokulunda öğretmen, Steve (Michael Fassbender: ‘Hunger’ yani ‘Açlık’dan tanıyoruz) ise 4x4’ü olan varlıklı genç bir adam.
YUPPIE’LER DEFOLUN!
Film, neo-liberalizm eleştirisi ve sınıf farkından kaynaklanan bir şiddet öyküsü olarak başlıyor. Genç çiftin gittiği gölün içinde yer aldığı parkın artık özelleştirildiğini ve çitlerle çevrildiğini görüyoruz. Bu da yetmezmiş gibi, göl kenarına villalar dikileceğini de öğreniyoruz. Türkiye’nin de her yerinde olduğu gibi, halkın yaşamı yoksullaştırılıyor neo-liberalizmin egemen olduğu her yerde. Henüz kamunun kullanımına tamamen kapanmamış parkın tabelasının arkasında ise “yuppie’ler defolun” yazısıyla karşılaşıyoruz. Parkını kaybetmek üzere olan yöre gençleri öfkelerini zengin yuppie’ler olarak gördüğü yerli turistlere yöneltmiş belli ki. Genç, güzel/yakışıklı çiftimiz göl kenarında kamp yapmaya başlar başlamaz, yörenin ergenleriyle yani chav’larıyla sürtüşmeye başlıyor. Ardından da film son derece korkutucu ve karamsar bir finale doğru çok kanlı biçimde yol alıyor. ‘Kan Gölü’ndeki bütün gençler kötü değil ama filmin başta birkaç işaretle gösterdiği toplumsal gerilimler daha sonra kayboluyor. Geriye kötü bir ailede yetişmiş kötü bir çocuğun önderlik ettiği anlamsız bir şiddet kalıyor. Bu haliyle de film, ‘chav’ları oluşturan toplumsal koşullara yönelik bir eleştiri niteliğini yitiriyor ve hatta çok muhtemeldir ki çoğu izleyicide ‘sallandırmalı şunlardan birkaçını’ fikrini besliyor.  Filmin orijinal adı ‘Cennet Gölü’. Cennetten kovulanların sadece parlak genç çift olmadığını, hatta onlardan daha şiddetli ve geri dönüşsüz bir biçimde kovulanların yörenin yoksul insanları olduğunu pek kimsenin akılda tutacağını sanmıyorum. Bütün bunlar bir yana, dehşet filmlerini sevenleri tatmin edebilecek bir film ‘Kan Gölü’.