1930’lu yıllar Türkiye’de idari, kültürel, sosyal ve siyasal hayatın modern/batılı tarzda yeniden kurulduğu bir dönemdi. Bir tür müdahaleci modernlik diyebileceğimiz siyasal yaklaşım içinde bazı Avrupa ülkelerinde olduğu şekilde hızla yasalar yapılıyor, kurumlar oluşturuluyordu. Bu çerçevede idari, siyasi, adli pek çok düzenleme yapılmıştı.

Bu faaliyetin kendine özgü konularından birisi de Soyadı çalışması idi. O zamana kadar kişiler, baba adları ile anılır ve bu yüzden kişinin ismini, babasının ismi takip ederdi. Bu durum aslında pek çok kültürün ortak bir özelliği idi. Fakat yeni rejim, bu alanı hem devletin denetimini daha kolaylaştıracak hem de Türk milliyetçiliğinin inşasını pekiştirecek şekilde düzenlemeyi tercih etmişti. Bu yüzden bireylerarası sınırlar, soyadı üzerinden yeniden tanımlanacaktı.

Soyadı sözcüğü temelde kişinin geldiği ‘soy’a gönderme yaptığı için, normal şartlarda ülkedeki farklı kök-kültürler soyadı üzerinden görünür kılınıp kayda geçirebilirdi. Fakat dönemin politik tercihi çoğulculuğun yerine tek kimliği esas alıyordu. Bu da bu çoğul coğrafya ‘soyadı’ verme veya alma sürecinde bir dizi örtük ya da açık gerilime yol açmıştı.

21 Haziran 1934 tarihinde çıkarılan 2525 sayılı Soyadı Kanunu, Türk milliyetçiliğini esas alan politik tercihin açık bir aracıydı. İçişleri Bakanlığı tarafından uygulanması öngörülen ve 15 maddeden oluşan kanunun ilk maddesi ‘Her Türk, öz adından başka soyadını da taşımağa mecburdur’ diyerek başlıyordu. Yani hem vatandaşın yerine Türk ifadesini kullanıyor hem de soyadı almayı mecburi hale getiriyordu. Yasanın 3. maddesinde “rütbe ve memuriyet, aşiret ve yabancı ırk ve millet isimleriyle umumi edeplere uygun olmayan veya iğrenç ve gülünç olan soyadları kullanılamaz” denilerek, soyadı sınırlarını da hakim kimlik lehine iyice daraltıyordu.

Aile reisleri, daha önce kullandıkları soyadlarını da değiştirmek ve öz Türkçe karşılığını almak zorunda idiler. Türk Dil Kurumu da, öz Türkçe soyadı seçme ile ilgili vatandaşların ‘müşkül hallerini’ dikkate alarak “Türk Büyükleri veya Türk Adları” adlı bir kitapta alfabetik sırayla Türkçe isimler yayımlamıştı. Ayrıca İçişleri Bakanlığı aracılığıyla ulusal-yerel gazetelerde soyadı olabilecek “öz Türkçe adlar” listeleri yayımlanmıştı. Sistem o kadar yoğun işliyordu ki tavsiye edilen isim listeleri gibi, kullanılması istenmeyen isim listeleri de hazırlanmıştı. Mesela İçişleri Bakanlığı bir de Aşiretler listesi de çıkarmış ve bunların soyadı olarak kullanılmaması yönündeki talimatla birlikte valiliklere göndermişti.

1934’te ülkede yaklaşık 1.600.000 muhacir vardı ve bunlar genellikle kendi kimlikleriyle anılıyorlardı. Kanun, bunların kimlik isimlerini ve muhacir ifadesini de kaldırmayı öngörmüştü. Farklı kültürlerden gelen isimlerin Türkçeleştirilmesiyle, memlekette ayrılığın kaldırılacağı yönünde TBMM’de çok hararetli konuşmalar yapılmıştı.

Çok kimlikli Türkiye toplumu için yeni olan bu durumun çeşitli ihtilaflara yol açacağı açıktı. Uygulamanın siyasi hızını kesmeyecek biçimde bunun da yolu bulunmuş; 8. maddede tanımlandığı gibi soyadı seçme işlerinde çıkacak ihtilafları halletme ve karar verme yetkisi kütüğün bulunduğu yerin en büyük mülkiye amirine verilmişti. Aynı yıl çıkan Soyadı Nizamnamesi de kanunun öngördüğü iki yılda herhangi bir sebeple soyadı almamış olanlara, vali veya kaymakam tarafından soyadı verileceğini belirliyordu.

Aynı nizamnamede belirtildiği gibi ‘tarihte ün almış büyüklere ilişik anlatan soyadları, bu kişilere ilişiklik resmi kayıtlarla, belgelerle sabit olmadıkça kullanılamazdı.’ Fakat bunu belgelerle ispat etmek herhalde o koşullarda büsbütün zor olduğu için ancak devlet yetkililerinin inisiyatifi içinde kalıyordu.

24 Kasım 1934’te Mustafa Kemal’e Atatürk soyadının verilmesini içeren üç maddelik kanun teklifi TBMM’de oybirliğiyle kabul edilmişti. 17 Aralık 1934’te Atatürk soyadının yalnız M. Kemal’e ait olduğu, bundan böyle hiç kimse tarafından öz ad ve soyadı olarak alınamayacağı hükme bağlanmıştı.

Bütün bu politikalarla esas olarak amaçlanan Türk milliyetçiliğinin inşasıydı. Soyadı Kanunu, Türkiye’nin çoğul toplumsal tecrübesi ile tekil siyasal tecrübesi arasındaki gerilim alanlarından biri olarak kayıtlarda yer aldı ve her haliyle onun izlerini taşıyor.