Çoğunluk filmi aldığı uluslararası ödüller olmasa “en küçük salonda-en kısa süreli gösterim” olanağını bile bulamayacakmış.

Çoğunluk filmi aldığı uluslararası ödüller olmasa “en küçük salonda-en kısa süreli gösterim” olanağını bile bulamayacakmış. Öte yandan filmi izlemesi gerektiğini düşündüğümüz kesimler dizilerdeki tecavüz sahnelerine yönlendirildiklerinden olsa gerek, filmi izlediğimiz küçük salon bile dolmadı. “İyilerin” her zamankinden daha fazla “kaybettiği” bir dönemde, bu durum şaşırtmıyor.

Ama Çoğunluk kaybetmemesi gerekecek kadar iyi bir film olmuş. Senaryosu da, anlatımındaki yalınlık ve söyleyeceğini gezdirmeden söyleyişi de oldukça başarılı. Oyuncu performansları arasında ortaya çıkan dikkate değer farklılıklar, zaman zaman göze batsa da, filmi aşağı çekecek boyutlara ulaşmıyor. Herhangi bir anında, “bu da şimdi böyle mi olur” deme fırsatı vermemesi, bir miktar sinir bozsa da, gerçekliğe sadık kalmanın ödülünü almış bir filmle karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor.

Bütün bu övgüden sonra itiraf etmek gerekir ki; filmin hikâyesinin merkezindeki kurgu o derece özgün değil! Birisi Çoğunluk için, “Freud’un Totem ve Tabu adlı eserinin bir uyarlaması” derse, itiraz etmem; olsa olsa “başarılı bir uyarlama” diye eklerim.

Totem ve Tabu’da bütün keyifleri kendi tekelinde toplayıp, başta kendi oğulları olmak üzere, kabilenin tüm üyelerini iktidarsızlaştırıp, keyif dünyasının dışına iten zalim baba, 2010 Kültür Başkenti İstanbul’da karşımıza TOKİ müteahhidi olarak çıkıyor. Dışarıda siyah arabalar ve “jeep”lerle simgelenen mafyatik milliyetçi-muhafazakâr ilişki ağların parçası konumunda, sorunlarını para-rüşvet-şiddet yoluyla çözen baba, ailesine döndüğünde de, durum çok farklı değil; bastırılmış ve artık varlığı mırıldanmaları dışında hissedilmeyen bir anne, tümüyle iktidarsızlaştırılmış ve babanın parçası haline gelip, kaderine razı olmuş büyük oğul ve büyük ağabeyin kaderini paylaşma yolunda ilerleyen askerlik çağındaki küçük oğul, Mertkan.

Mertkan büyük ağabeyinin iğdiş edilmiş halini görüp, bundan kaçınmaya çalışan, ancak bunu yapacak gücü ve aklı taşımayan, orta sınıfın ortalama gencini temsil ediyor. Bütün bu baskıcı düzenin merkezindeki ceberut baba tarafından her geçen gün biraz daha iktidarsızlaştırılıp, bu durumu her fırsatta hatırlatılan Mertkan, adım adım bir seçim yapmaya doğru itilir. Önünde sadakat, meydan okuma ve kaçış olmak üzere, farklı zorluklarda, üç seçenek vardır.

Bütün bu kafa karışıklığı içinde, Mertkan bir başka ceberut baba düzeninden kaçıp gelen Van’lı üniversite öğrencisi Gül’le tanışır. Onunla birlikte, evin banyosunda gizlice elde ettiği sanal zevklerin yerine, gerçek cinselliğe yaklaşır. Yaşam biçimleri, sosyal çevre ve yaşam mekânları arasındaki farklılıkların yarattığı gerilime karşın, Gül’le olan ilişkisinden utangaç bir keyif alır.

Ancak keyifleri kendine saklayan babanın ortaya çıkışı gecikmeyecektir. Gül’ün Kürt olduğunu öğrenen baba, milliyetçi-muhafazakâr kabilesine ve içinde yer aldığı iktidar ağına ters gelen bu durumu kabullenmez; İnşaatındaki işçilerin işine son veriliş tarzına uygun bir biçimde, “bize yaramaz, gönder o kızı” der.

Mertkan için sürekli ertelediği seçimi yapma vakti gelmiştir; ya babaya sadakat gösterip Gül’den ayrılacak, ya da Gül’ü seçip, babaya meydan okuyacaktır. Kısa süren bir kararsızlık dönemden sonra, düşünsel ve maddi kaynak fakiri/bağımlısı Mertkan’da, ağabeyi gibi, küçük konforlar sağlayan iktidar ağından kaçamaz, babaya sadakati seçer.

Artık izlenecek yol ve iktidar ağı içinde yerleşilecek yer aşağı yukarı bellidir; babanın gölgesinde, o taklit edilecek, ona ait iktidar ve teknikler kullanılıp, zamanı gelince de, onun yerine geçilecektir.

Mertkan önce eril düzene üyelik ön şartı olduğunu kavradığı askerlik kararını aldırır. Bu arada beklerken, babanın taksi şoförü ve arabasını ters yere park etmiş komşuya yaptıklarını hatırlatan biçimde, duvar işçisine otorite gösterisi yapar. Ancak bu güç gösterisinin ardından yaşadığı korkular ona iğdiş edilmişliğini hatırlatır. Kendisini erkek hissetmek için dönebileceği Gül artık yoktur; babasına döner, ondan iktidarsızlığını örtecek bir başka fallik obje olan silahı ister. Baba’nın Mertkan’a silahı teslim ettiği sahne ona erkekliğini geri vermese bile, baba düzenini ve onun iktidarının bir parçasını verip, Mertkan’ı baba düzeninin içine yerleştirir. Mertkan çoğunluğun doğmakta olan ceberut babasıdır.

Kanımca bu filmin başarısı filme yönelik bazı eleştiri ve değerlendirmelerin altını çizdiği orta sınıfın alt sınıflara bakışını ustalıkla ele almaktan öteye gidiyor. Çoğunluk sınıf, etnisite ve toplumsal cinsiyet ilişkilerinden kaynaklanan farklı ezilme biçimlerini ne birbirinden kopararak, ne de gereksiz biçimde birbirinin içinde eriterek ele alıyor; karmaşıklaştırmadan, somut yaşamda deneyimlendiği gibi veriyor.

Bu başarılı kurgunun gerisinde, filmin iktidar olgusunu algılayış biçimi var. Görüntüdekinin aksine, film iktidarı babanın elindeki bir güç olarak tanımlamıyor. Karşımızda bir oyun ve bu oyun içinde tanımlanmış konumlar var. Baba iktidar ağları içindeki konumuyla, bu ağların bir etkisi olarak önem kazanıyor. Bu konumların beklentilerini belli bir yatkınlık içinde yerine getirip, konumunu iyileştirmeye çalışıyor. Aslında bu oyun değişmediği sürece iyi baba olmakta mümkün görünmüyor. O nedenle, Freud Totem ve Tabu’da iki seçenek koyar; ya babayı öldürüp yerine geçersiniz, ya da oyunun kurallarını değiştirirsiniz. Oyunun kuralları değişmeden iyi babalık mümkün değildir. Oyunun çok büyük, Mertkan’ın bu derece derbeder olduğu bir durumda; doğal olanı yapıp, baba düzenindeki yerini alması şaşırtmıyor.

Filmin sonunda hayıflandığım tek nokta, İstanbul gibi mekanları ve çelişkileriyle bu derece zengin bir kentin yeterince görünür hale getirilmemesi oldu. Freud Totem ve Tabu’da iktidar sorununu ilkel kabilelere dönerek anlatır. O nedenle, 2010 Kültür Başkenti İstanbul, bir Totem ve Tabu uyarlaması olan Çoğunluk filmi için, iyi bir seçim olmuş. 2010 İstanbul’u iktidar yapıları, ceberut babaları, iç hiyerarşileriyle, çok sayıda kabileden teşekkül eden bir metropol azmanını temsil ediyor. Binlerce küçük modern-öncesi, modern ve post-modern kabileden teşekkül eder hale gelen İstanbul,  niyetlenildiği gibi Kültür Başkenti olur mu bilinmez; ancak yakın gelecekte, birbirine giderek daha fazla düşmanlaşıp, düşmanlaştıkça içe kapanan kabilelerin savaş alanına dönüşmesi kaçınılmaz görünüyor. Çoğunluk, kabile düzeninden verdiği küçük bir kesitle, bu savaş haline de dikkat çekiyor.

Çoğunluk filminin uyarısını alan var mı; o da şüpheli! Zahit Atam’ın dikkat çektiği gibi, çoğunluk Testere IV filminde; kabile savaşlarına mı hazırlanıyorlar nedir?