Üzerinden üç hafta geçmesine rağmen yerel seçim sonuçlarına dair yapılan değerlendirmeler tüm hızıyla devam ediyor. 31 Mart seçimleri, pek çok açıdan ezberleri bozması ve ilklere sahne olması nedeniyle cazibesini bir süre daha koruyacak gibi duruyor. Çünkü cevap aranması gereken sorular listesine nokta koymak bir hayli zor. Biz de Politik Muhabbetler’de farklı yönleriyle seçimlere mercek tutmayı […]

‘Çoğunluk’ fikri kaybetti bu sağ için bir travmadır

Üzerinden üç hafta geçmesine rağmen yerel seçim sonuçlarına dair yapılan değerlendirmeler tüm hızıyla devam ediyor. 31 Mart seçimleri, pek çok açıdan ezberleri bozması ve ilklere sahne olması nedeniyle cazibesini bir süre daha koruyacak gibi duruyor. Çünkü cevap aranması gereken sorular listesine nokta koymak bir hayli zor. Biz de Politik Muhabbetler’de farklı yönleriyle seçimlere mercek tutmayı sürdürüyoruz.

Bu haftaki konu başlığımız ise milliyetçilik ve MHP oldu. Her ne kadar AKP ile MHP ittifak halinde olsalar da, iki parti arasındaki ilişkinin ‘gizemli’ bir tarafı da var. MHP, ittifaka oy mu kazandırıyor yoksa ortağı AKP’den seçmen mi transfer ediyor? AKP-MHP ittifakı tarihsel zeminde nereye oturuyor, sağ blok hangi mantık ve hesapla hareket ediyor? Devleti gerçekten MHP mi yönetiyor? Partinin bir zamanlar önemli düsturlarından biri olan ‘laiklere hitap etme’ iddiası şimdi ne durumda? Bunlar cevabı zor ama bir o kadar da önemli olan sorular. MHP üzerine iki kitabı bulunan ve güncel çalışmalarıyla da konuya katkı vermeyi sürdüren gazeteci-yazar Kemal Can ile bu soruları ve daha fazlasını konuştuk. Can, 31 Mart sonuçlarının, ‘çoğunluğun temsilcisi olduğu’ iddiasını taşıyan sağ partiler için bir travma olduğunu vurguluyor. Öte yandan Can’a göre, MHP lideri Bahçeli, başkanlık sistemiyle Erdoğan’ı hapsetti.

Erdoğan, çözüm sürecinin sona ermesinin ardından “kutlu davanın lideri” imajını benimsedi. Bu imaj, MHP ile kurulan ittifakla da resmiyet kazandı. 31 Mart yerel seçimleri bu imajın işlerliği konusunda neler gösterdi? Bir de sizin “Erdoğan erimeyi durduramıyor ama yavaşlatmak istiyor” şeklindeki tespitiniz ekseninde sorarsam; erimenin hızı ne şimdi durumda?

Ben 31 Mart seçimlerini bir şey başladığı an değil; devam etmekte olan sürecin önemli bir aşaması olarak görüyorum. 31 Mart kendi sonuçlarından daha çok, bu sonuçlara iktidarın verdiği tepki açısından da bize bir sürü şey anlattı. Çünkü çokça tartışılan konu vardı. “Bu iktidar demokratik yollarla değiştirilebilir mi? Seçimle geriletilebilir mi?” diye soruluyordu. İktidarın bu durumda göstereceği reflekslerle ilgili geniş bir tartışma söz konusuydu. İşte 31 Mart bu anlamda bir laboratuvar oldu. İktidarın kendi iç gerilimini ve kendi kurduğu savunma stratejisinin de ne seviyede olduğunu gördük. 

Erdoğan’ın iddiası (‘kutlu davanın’ lideri olma), ortaya atıldığı günden itibaren beklendiği sonucu sağlamadı. Şimdi orada en çok 7 Haziran-1 Kasım arasındaki dramatik oy değişimine bakarak siyasi analizler yapılıyor. Ama o, gerçekleri ifade eden bir durum değil, bir akut halini temsil ediyor. Yani bu dönüşümün, iddia edildiği gibi o milliyetçi-muhafazakâr yüzde 65-70’lik bloğu konsolide eden bir şey olmayacağı, aslında 1 Kasım’da bile görülmüştü. 2014’te çözüm masasını deviren Erdoğan, siyasi olarak alanını büyütmeye değil, savunmaya öncelik verdi. Dolayısıyla aslında bahsettiğimiz dönüşüm, yani yeni ittifak (Cumhur İttifakı) diyelim, bence 2014 itibarıyla fikri anlamda oluşmuştu. Hep 1 Kasım diye kodluyoruz ve asıl olarak referandumda gerçekleştiğini söylüyoruz ama 2014 cumhurbaşkanlığı seçiminde Kürt oylarını destek olarak temin edemeyen, istediği 400 vekil talebinin karşılığını alamayan, kendi kişisel pozisyonu açısından da hem iç hem dış dengelerin riskli hale geldiğini gören Erdoğan’ın sarıldığı bir savunma stratejisiydi bu. Erdoğan kendisinin tasfiye edilebileceği endişesine kapıldı. Bunun en büyük göstergelerinden biri Cemaat’le kapışması ve MİT krizi gibi gelişmelerdi. 2012 itibarıyla bu riski hissetmeye başlamıştı. Toplumsal desteği alamayacağını anladığı andan itibaren de yeni ittifaka yöneldi. Eski ve riskli bulduğu ittifakını bozarak…

MHP İLE KURULAN İTTİFAK DAHA DERİNLERE GİDİYOR

Peki, MHP ile kurulan ittifak, sadece MHP ile kurulan ittifak mı? Bunun devletin derin noktalarına; örneğin orduya, polise veya yargıya temas eden bir karakteri var mı?

Kuşkusuz var. Zaten MHP ile ittifakın seçmen tabanı açısından toplumsal destek anlamında bir karşılığı var ama MHP ve özellikle de Devlet Bahçeli, sadece kendi toplumsal tabanını temsil eden bir siyasi aktör değil. Daha fazla şeyi temsil ediyor. Aslında o da bir tür koalisyonun parçası. Dolayısıyla o koalisyonun da, bazıları içeride, bazıları dışarıda kalmış olsa da, önemli ölçüde bu ittifaka onay verdiği söylenebilir. Dönem çok kapalı olduğu için, arka planda ittifakın nasıl geliştiğine ilişkin somut bilgilerimiz yok. Yani Erdoğan’a bu formülü ittifaka katılanlar mı getirdi, yoksa Erdoğan mı onlara gidip bu ittifakı önerdi, bunu bilmiyoruz. Başlatıcı adımı kimin attığını belki çok sonra öğreneceğiz. Ama bu her neyse, iki taraf açısından da simbiyotik mecburiyet ilişkisini kuran ve aslında Erdoğan için daha çok mecburiyet içeren bir yapı… Çünkü az önce dediğim gibi, kendisini büyük risk altında görüyordu ve iktidarını koruyabilmek için güçlü bir ittifaka, koalisyona ihtiyacı vardı. Bunun hem devlet içindeki hem de ekonomideki güç merkezleriyle uyumlu olması gerekiyordu. Aynı zamanda ideolojik ve siyasi olarak toplumsal desteğinin de anlamlı bir seviyede bulunması şarttı. Burada Erdoğan’ın hep referans verdiği, Necip Fazıl Kısakürek’te de geçen “Türk ve Sünni çoğunluk”; yani milliyetçi-muhafazakâr sağın tahayyülündeki “Biz ezici bir çoğunluğuz ve bu ülkenin asıl sahibiyiz. Dolayısıyla da bizim yönetmemiz lazım”, fikrine yaslandılar.

AKP’nin İstanbul’da sonuçları kabullenmemesinin altında bu anlayış mı yatıyor?

Evet. Ama o tarihte ittifak kurulurken, bunun garantili bir destek sağlayacağına inanılıyordu. Hatta hatırlarsanız, 7 Haziran’dan sonra Kılıçdaroğlu “Muhalefet yüzde 60’a ulaştı” dediğinde, Bahçeli dedi ki, “O 40-60 öyle değil. Biz öbür taraftayız.” İşte bu denge işlemedi. 

TÜRKİYE, BAŞKANLIK SİSTEMİNE SIĞMIYOR

Hangi nedenlerle işlemedi; buna ne engel oldu?

Birkaç nedenle işlemedi. Erdoğan’ı da kurtarma operasyonu olan başkanlık rejimi, Türkiye’yi daha önce Özal’ın da hayalini kurduğu yüzde 51’lik düzene, yani iki partili bir sisteme sıkıştıracak ve mutlak çoğunluğun kesin hakimiyetine dayanacak olan siyasi iddia, refleksif olarak toplumdan tepki gördü. Türkiye’nin toplumsal dokusu ve siyasi geçmişi bu tür bir iki partili düzeni kabullenmiyor. Toplum bunu bilinç düzeyinde değil ama insiyaki olarak reddediyor. Türkiye buraya sığmıyor, bu sistem Türkiye’ye uymuyor. Ülkenin topografyası, toplumsal hareketliliği, çeşitliliği, çok etnik kimlikli ve inançlı yapısı; her şeye rağmen küçümsenemeyecek siyasi mirası bunu mümkün kılmıyor. Bunu zorlayan herkesin de daha önce başına iyi şeyler gelmedi. Bu çok yüksek bir politik bilinçle olan bir şey değil, bunu hissediyor toplum ve reaksiyon geliştiriyor. 

Öte yandan, iktidarın devamının faydalı olduğunu düşünen ve ona destek veren güç merkezleri açısından, her zaman mutlak bir güç birikmesinin oluşturduğu bir risk vardır. Bu tür odaklar, destekledikleri yapıların iktidarda kalmasını isterler ama kendilerine mecburiyetin azaldığı bir mutlak güç de istemezler. Her zaman ellerinde seçenek olmasını tercih ederler.

BAHÇELİ, ERDOĞAN’I BAŞKANLIKLA HAPSETTİ

Cumhur İttifakı’nın oluşması, aslında AKP’nin eski gücünü ve hegemonyasını yitirmesiyle ilgili. MHP’ye de bu yüzden ihtiyaç duydu. Yani MHP açısından bakıldığında, bu ittifakın devam etmesi için, “AKP’nin kırılganlığının sürmesi gerekiyor” diyebilir miyiz? 

İşin içinde böyle bir durumun olduğunu düşünüyorum. Hatta daha fazlasını düşünüyorum. Ben başkanlık sisteminin, Bahçeli’nin Erdoğan’a bir hediyesi değil, onu içine tıktığı bir hapishane olduğu fikrine sahibim. Kapısına da kendini gardiyan yaptığı bir hapishane… Erdoğan, iktidarını koruma adına buna rıza gösterdi. Şimdi de o mecburiyetin bedelini ödüyor. Hep şöyle bir okumayla gidildi. MHP ile kurduğu ittifak, o bilinen milliyetçi-muhafazakâr-Sünni-Türk çoğunluğa dayanan ve onun temel ideolojik reflekslerini arkasına almış, çok kuvvetli bir hegemonik büyüme ve rejim inşası… Burada MHP’yi yutarak, milliyetçiliği içine alarak, Erdoğan iktidarının konsolide edilmesi… Ben bunu bu şekilde okumuyorum. Diyorum ki, aslında bu bir zayıflama başlangıcının reaksiyonuydu. Bir ilerleme atağı değil, bir savunma güdüsüydü. Dolayısıyla aslında, çoğunlukla tüm savunma refleksleri, sonucu kolay kolay değiştirilemeyecek bir süreci anca yavaşlatmaya yararlar. Toplumsal ve siyasal dinamikler, bu tür mühendislik müdahalelerle durdurulamıyor. Çünkü AKP iktidarını var eden bütün konjonktür, 2009 itibarıyla değişti. Tüm dünyada değişti. Yani 2002’den 2011’deki zirveye kadar AKP’yi taşıyan, iktisadi trendden Türkiye’deki dengelere, her şey gitti. O tarihten sonra AKP’nin hikâyesi zaten bitmişti. Adıyla müsemma kalkınmacı, refahı artıran, dünyadaki bol para ve bol pozisyon imkânlarını kullanarak ilerleyen ve buna ideolojik kılıflı rıza üreterek siyaset yapan AKP’nin yeni bir kılıf bulması gerekiyordu. Orada Erdoğan figürünü kullandılar. Erdoğan’ın kişisel olarak öne çıktı ve partide de tamamen belirleyici haline geldi. O tarihlerde hatırlarsınız, Abdullah Gül’ün tasfiyesi, diğer kadroların önemli ölçüde gerilemesi, Erdoğan’ın tek ve mutlak lider haline gelmesi, AKP’nin parti vasfını da önemli ölçüde kaybettiği anlamına geliyordu. Bu andan sonra da bütün strateji, kaçınılmaz olan süreci yavaşlatmak ve başka müdahalelerle mümkün olduğu kadar geciktirmek üzerine kuruldu. Bence ilk andan itibaren, 1 Kasım 2015 gibi travmatik çıkışın dışında, referandum oylaması, peşinden 24 Haziran; hiçbirinde aslında istediği sonucu alamadı ve yüzde 50’ler seviyesini aşamadı. Hep “Yüzde 50’yi koruyor” diye bakılıyor ama aslında Erdoğan ve iktidar bloğu şuradan bakıyor, “Hiç o yüzde 50’nin ötesine gidemiyoruz.” Ben Erdoğan’ın geleni değil, gideni temsil etmeye başladığını ama bunun yavaş bir gidiş olduğunu düşünüyorum.

Yazılarınızda altını çizdiğiniz, “İktidarın yavaş ölümü” bu anlattığınız durumu tanımlıyor sanırım…

Evet, evet. Hatırlarsanız, AKP’yi iktidar yapan Türkiye’de merkez sağın çöküşüydü ve o çöküş de 10 yıldan daha uzun sürmüştü. 

‘BİZ YÖNETİRİZ ÖTEKİLER İTAAT EDER’ DİYORLARDI

Bahçeli, büyük ihtimalle il genel meclisi için verilen oylar üzerinden bir hesap yaparak, “Bizim oyumuz yüzde 18,8” dedi. Bu aynı zamanda ortağı AKP’nin de oy oranının yüzde 30’lara doğru gerilediğini gösteriyor. MHP büyüyor ama bunu AKP’den parça kopararak yapıyor. Beka söylemi, blok içindeki oy transferini MHP lehine mi gerçekleştiriyor? Ya da şöyle sorayım; ittifak başından beri temel olarak bu mantık üzerine mi kuruluydu; Erdoğan, “Bizden kaçan en azından MHP’ye yönelsin” diye mi düşündü?

Bunun blok mantığı içinde bir koruyuculuğunun olduğunu düşünüyordu Erdoğan. Ama 31 Mart itibarıyla görülen önemli noktalardan biri, bunun da bir koruyuculuk içermediği. MHP’nin kaçanları tutmak için kurduğu o ağın, bloğun genel çoğunluk halini sağlamaya yetmediği anlaşıldı. Bu ideolojik anlamda çok yıkıcı bir şey. Sadece birtakım belediyeleri kaybetmek değil mesele. Milliyetçi-muhafazakar sağ kitlenin çoğunluk olduğu fikrinin yıkılması Türk sağı için çok ciddi bir ideolojik travmadır. Bunun kabullenilmesi zor. Tabii ki İstanbul belediyesinden vazgeçmek kolay bir şey değildir. Ama asıl olarak çoğunluk fikrinden vazgeçmek çok daha travmatik bir şeydir. Çünkü bu durum, “milli irade” gibi söylemlerin altını boşaltan bir şey. Demin de dediğim gibi, “Biz çoğunluğuz ve biz yönetiriz. Ötekiler de sadece itaat ederler” fikri sıkıntıya girdi.

Kendi yarattığı hikâyenin içinde yenildi aslında Türk sağı…

Üstelik, kimlik siyasetinde ve kutuplaştırmada varılan üst noktalara rağmen… Bunun sağladığı konsolidasyonun çok güvenilir olmadığı ortaya da çıktı. Yani bazıları oy vermeye gitmeyerek, bazıları açık açık muhalefet partilerine oy vererek reaksiyon gösterdi. Bu reaksiyon sadece ders verme ya da ekonomik krize bir tepki değil, aynı zamanda bu zorlama duruma da bir reaksiyon anlamını taşıyor. Çünkü söz konusu olan süre boyunca, 2015 seçimleriyle birlikte AKP kendi seçmeninin önüne de bir tür mahkûmiyet koydu. “Başka bir seçeneğiniz yok, beni desteklediğiniz sürece varsınız” dedi. “Eğer ben gidersem hayatınız zorlaşır” mesajı verdi. Bu aslında bir taraftan bakıldığında seçmeni tutmak için akıllıca bir strateji gibi durabilir. Ama aynı zamanda riskli bir şey. Bunu söylerken, seçmeni hem kendi gücünün kaynağı olarak çok yukarıda bir yere koyuyor hem de hiçleştiriyor. Başkanlık sistemi gibi, işin içine nasıl dahil olacağını sıradan insanın bilemediği bir iktidar kombinasyonuyla da birleşince bu, “Tamam bizim adam kazanıyor ama ben bunun neresindeyim?” diye sorular açığa çıkıyor. Eskiden insanlar bir şekilde tanıdıklarla işlerini hallediyorlardı, şimdi cumhurbaşkanıyla temas kuramadığın hiçbir işi yapabilme şansın yok. “Milli irade” söylemi gibi pohpohlamaların dışında, hiçbir siyasal dahil olma olanağı yaratmıyor sistem. Halbuki sağ popülist siyasetin en önemli avantajlarından biri organik ilişkidir. İnsanlar kendi ulaşabildiği kişilerin iktidar olmasını ister. İşte teması kopartan şey, Erdoğan’ı bir güç olarak büyütürken, çok sert biçimde de yalnızlaştırıyor. Ve “Bahçeli onu hapishaneye soktu” dediğim mantık içerisinde konuşursam, Erdoğan’ın mecburiyetlerini de artıran bir süreç yarattı. Dışarıdan bakıldığında gücünü artıran, belirleyiciliği artan, her şeye karar veren biri var. Ama güvensizliği ve mecburiyeti daha fazla. Üstelik de yalnız… Kendisini taşıyan dinamiklerle teması kopmuş durumda. Yerel seçimden bir zaman önce, “İttifakla seçime girmeyeceğiz” dediğinde, Erdoğan’ın anlatmaya çalıştığı buydu. Fakat bunu yapmaya gücü yetmedi. “Ona baskı yapıldı ve tekrar ittifaka döndü” değil mesele. Erimenin alınabilecek bir risk olmadığını gördüğü için ittifaka mecbur olduğunu tekrar net biçimde anladı. 

MHP, DOĞRUDAN AKP SEÇMENİNE YÖNELDİ

Seçim sonuçlarına baktığımızda, MHP’nin kıyılardan uzaklaşarak, artık daha fazla ülkenin iç bölümüne hitap eden bir parti olduğunu görüyoruz. Bu anlamda MHP’nin, AKP tabanı açısından daha cazip bir seçenek haline gelmeye başladığını söyleyebilir miyiz? Bu diğer yandan, MHP’nin 90’ların ikinci yarısından itibaren benimsediği laik damara yönelme stratejisini de tamamen terk ettiği anlamına mı geliyor?

İttifak hemen başlamadan önce Bahçeli’nin söylediği bir söz var.  Bu nokta kritik. “Bu milletin yerli milli değerleriyle barışık olmak gericilikse biz de gericiyiz” filan dediği bir konuşma… Aslında şu anlama geliyordu: Özellikle İyi Parti’nin, 90’larda MHP’li olmuş kıyı şeridindeki seküler ve kentli MHP’lilerdeki etkisi görüldükten sonra, doğrudan AKP seçmenine yönelen bir çizgi kurdu MHP. Yani şöyle tarif edebiliriz, MHP anayurduna çekildi. “Selçuklu coğrafyası” denilen, Sünni-Türk kalabalığın ve büyük ölçüde de iktisadi ve toplumsal hareketlilik açısından daha donuk bir Türkiye’nin partisi oldu. MHP’nin özü ve ağırlıklı tabanı da buradadır zaten. Orada önemli ölçüde, AKP’ye kaybettiği şeyi geri aldı. Seküler alanda olan ve 90’larda MHP’lileşmiş, Ege ve İç Ege havzasındaki seçmenin önemli bir kısmını zaten İyi Parti’ye kaptırdığını ve onları kazanmanın bu ittifak stratejisinde zor olduğunu gördü. 

“Devleti MHP yönetiyor” şeklindeki yaklaşımların bu noktada anlamı nedir? MHP’nin ideolojik ve siyasal ağırlığı, devlet idaresini ne ölçüde belirliyor?

İdeolojik ağırlık anlamında evet, bunu söyleyebiliriz. Özellikle son 4 yıldır. Ama referandumdan itibaren Erdoğan’ın ortaya koyduğu bütün ideolojik çerçeve, MHP’nin çizdiği genel sınırların dışına çıkmadı. Hem ideolojik arka plan hem de siyasi uygulamalar; Suriye politikası ve Kürt meselesine yaklaşım vs, MHP’nin etkisi çok net. Bununla birlikte, MHP’nin kadro derinliği anlamında bütün devleti yönettiğini söylemek zor. Güvenlik bürokrasisinde etkililer, asker-polis tamam. Belki icracı bakanlıkların içinde de kuvvetli bir ara kademe kadrolaşması vardır. Ama ekonomiyi kontrol ettiklerini söyleyemeyiz. 

İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun, ittifak içinde özel bir rolü olduğunu düşünüyor musunuz?

Artık iktidarın içi hakkında sağlıklı bilgi alınamıyor. Gözlemlerime dayanarak şunu söylüyorum, MHP’nin bir dahli olabilir ama  Soylu’yu iktidarın sözcüsü pozisyonuna iten, doğrudan MHP’li olmayan, iktidar koalisyonunun teknik ekibi konusunda etkisi bulunan bir devlet içi çevre olabilir. Mehmet Ağar, Küçükler ya da eski Ergenekon davasında AKP-Cemaat’le karşı karşıya gelip, sonra da ittifak değişimiyle iktidara yakınlaşan bir klikle bağlantısının daha güçlü olduğunu düşünüyorum. MHP’ye de değen ama doğrudan onun olmayan bir şey… Belki güvenlik bürokrasisi içinde de uzantıları olan bir klikle ilişkili gibi geliyor bana. 

MHP, GÜÇ MERKEZLERİNE RAHATSIZLIK VERMİYOR

MHP’nin TÜSİAD’la gerilimli bir ilişkisi olmuştur ama son sürece baktığımızda, sermayeye sömürü olanaklarını sonuna kadar açan bir iktidarla ortaklık kurdu. Partinin sermayeyle olan ilişkisini nasıl açıklarsınız?

Bu biraz iktidarın içindeki parçalılık ve oradaki rol ayrımıyla ilgili. Kürt meselesi, Suriye politikası ve iç siyasi gerilimlerdeki belirleyiciliğe karşı, ekonomi alanında yine ittifakı açık ya da zımni olarak destekleyen güç merkezlerine fazla rahatsızlık vermeme dengesinin işlediğini söyleyebiliriz. Bu aslında baştan itibaren Erdoğan’ın izlediği bir çizgi. Açıktan kavgalı olduğu görülen bütün çevrelerle, buna Avrupa ülkelerinin yatırımcıları da dahil, rakamlara baktığımızda hiç de çıkarlara zarar verilmeyen bir ilişki var. Tüm yapılanlara rağmen kârlılık oranının düşmediği net biçimde görülüyor. Örtülü bir mutabakat var. Onlar da belirli alanlardaki tercihlere sessiz kalabiliyorlar. İktidar da onların çıkarlarını koruyor. Bunun en büyük göstergesi, OHAL sırasında Erdoğan’ın TÜSİAD’a, “Grevleri yasaklıyoruz” demesi. Erdoğan burada bir hakikati dillendiriyor. Bazen Erdoğan şaşırtıcı biçimde dürüst davranabiliyor!

Az önce İyi Parti’ye değindik. Eskiden MHP ile CHP arasındaki oy geçişkenliği daha fazla olurdu. Şimdi İyi Parti’nin tam o noktada bir istasyon olduğu öne sürülebilir mi? Bunun da ötesinde, yakın gelecekte MHP’den İyi Parti’ye daha geniş çaplı bir taban akışı olabilir mi?


Bence İyi Parti, MHP’den alacağını aldı. Buradan sonra MHP’den bir şey alabilmesi, MHP’nin bu koalisyondan dolayı, kendi içinde doğabilecek yeni bir kriz ve çatırdama yaşamasıyla mümkün olabilir. Ama şu anda, taban hareketliliği, seçmen ve oy davranışı açısından, İyi Parti’nin MHP’den alabileceği bir şeyin kaldığını düşünmüyorum. Belki çok lokal düzeyde bir şeyler olabilir. Zaten İyi Parti’nin böyle bir refleksi de yok. 

HDP VE İYİ PARTİ ‘KAYBETTİREN’ OLDU

Peki AKP üzerinde bir negatif etkiye neden olabilir mi?

İyi Parti hem 24 Haziran’da hem 31 Mart’ta, kazanan değil ama kaybettiren olarak önemli bir fonksiyon icra etti. Tabii bu CHP’ye yaradı. İyi Parti ilk ortaya çıktığında, büyük oranda CHP ile aynı yere sıkışacağı tahmin ediliyordu. Dolayısıyla iktidara zarar vermeden, muhalefetin içinde bölünmeye neden olabileceği çok konuşuldu. Mantıklı bir öngörüydü ama iktidarın ittifak stratejisi bunu terse çevirdi ve muhalefet, iktidarı geriletmeye başladı. Bu hareket, Türkiye’nin en dinamik yerlerinde başladı. Yani büyükşehir ve kıyı bölgeleri… Sonra buradaki trend, diğer bölgeleri de etkilemeye başladı. Mesela 24 Haziran’da ve referandumda, kıyıda sıkışmış görünen muhalefet, 31 Mart itibarıyla daha geniş bir alana yayıldı. Böylece iktidarın gerilemesi o alanlarda da başladı. Konya gibi, Karadeniz illeri gibi, kale olarak gördükleri yerlerde de ciddi kayıplar yaşadılar. Dolayısıyla, İyi Parti’nin siyasi etkisini kendi aleyhine çeviren, iktidarın ittifak stratejisi oldu. MHP’nin ve Erdoğan’ın kendi seçmenini bile rahatsız edecek dozdaki saldırganlığı, hiç o gerilime taraf olmayan muhalefet partilerinin işine yaradı. Hatta daha fazlasını söyleyeyim, önceki seçimde İyi Parti’den hiç bahsetmeyen Erdoğan, bu seçimde Akşener ve HDP’den sürekli olarak bahsetti. Hatta Akşener’i hapse attırmakla tehdit edecek kadar muhatap aldı. Yani yok saymaya çalıştığı bir partiden sürekli bahsederek, aslında onun etkisini artırdı. Bu seçimin iki kaybettireni var; biri HDP, diğeri de İyi Parti. İki kaybettireni de yukarıya çeken iktidarın stratejisi oldu.

İKTİDAR, MİLLİYETÇİ SÖYLEMİ BIRAKMAYACAK

MHP ve İyi Parti’nin toplam oyları düşünüldüğünde, azımsanmayacak bir milliyetçi oyun varlığı göze çarpıyor. Türkiye’de milliyetçilik çok dalgalı bir seyir izliyor. Yükseldi derken çöküyor, bitti derken yeniden yüksek oy alıyor. Sizin Türkiye’de milliyetçiliğin geleceğine ilişkin görüşleriniz neler?

AKP için “yavaş ölüm” ve “Erdoğan geleni değil, gideni gösterir” dedim ya, bunların dünyadaki gidişatla da uyumlu olduğunu düşünüyorum. Dünyada da yükselen şeyin, gelen değil, gitmeye direnen şey olduğu kanaatindeyim. Tıpkı Türkiye’de olduğu gibi, neoliberalizm, içine girdiği krizle birlikte rıza üretme formunu değiştiriyor. İktisadi liberalizmin, siyasi liberalizmle desteklenip, bunun sonucunda demokratikleşmenin sağlanacağı gibi bir vaat rıza üretemeyince, buna çare olarak otoriterlik yükseliyor. Otoriterliği yükselten en önemli araçlar da yabancı düşmanlığı, ırkçılık, milliyetçilik gibi kolay malzemeler oluyor.

Beka gibi söylemler, Türkiye’de epey kullanışlı malzemeler. Devam edebilir. Ama bu kullanımı o kadar kötü ve o kadar fazla kullandılar ki… Tabir yerindeyse, ekonomik kullanımla ömrü uzatılabilirken, Merkez Bankası rezervi gibi sürekli harcandığı için ömrü kısaldı.

Türkiye’deki milliyetçilik doğuş zemini ve kökenleri itibarıyla, Avrupa’dakine göre başka bir içeriğe sahiptir. Biraz daha reaktif bir milliyetçiliktir. Savunmacı tarafı çok yüksektir. Toplumsal bilinç altında yer etmiş endişeler dünyasına dayanır. Bütün dünyanın kendisine düşman olduğuna inanır ve pek çok kültürel aksla da kesişir. Siyasi olarak da aslında bir joker kimliktir. Her kağıdın yerine kullanılır. Bir gün Kemalistler kullanır, sonra İslamcı ve dini referansla ele alınır. Yeri gelir İslam milliyetçiliğine dönüşür. Suriye politikasında ABD’yi çağırırken de milliyetçi bir refleks gösteriyor olursun, gitmesini isterken de… Dolayısıyla tutarlı ve kendi içinde çok net çizgileri olan bir akım ve ideoloji değildir milliyetçilik. Mesela Türkiye’de kendisini bir parti çatısında tarif etmeyen en kalabalık küme milliyetçiliktir. Tüm partilerde de karşılığı var. Bu nedenle siyasette milliyetçi söylemin etki süresi daha hızlıdır.  Demin söylediğim gibi, Türk milliyetçiliğinin Batı’daki milliyetçilik gibi yayılmacı emellerden çok savunmacı bir yapısı var ve Erdoğan kendi iktidarını korumak için buna başvuruyor. 

Aslında birkaç sene önce fetihçi bir söylem çizgisindeydi ama ittifaktan sonra bu tutumu savunmacılığa evirildi değil mi?

Evet. Çünkü savunmaya ihtiyacı vardı. İktidar bu savunma stratejisini sürdürecekse, ki bence sürdürecek, hâlâ ona en elverişli araç milliyetçilik. Bunun yerine koyabileceği bir şey olduğunu düşünmüyorum. O yüzden, yakın dönemde temel kapışmanın ve siyasi gündemin ağırlıklı olarak milliyetçiliğin etki alanı içerisinde kalacağı fikrindeyim. Bahçeli’nin söylediği yüzde 18’lerin çok gerçekçi olmadığını düşünüyorum ama MHP’nin yüzde 15’lere yakın bir oy tabanını bulmuş olması şaşırtıcı olmaz benim için.

***

2023’E KADAR SEÇİM OLMAMASI İMKÂNSIZ

Olağan takvime göre, 2023’e kadar seçim yok gibi görünüyor. AKP ve MHP gibi “hareketi seven” partilerden oluşan bir iktidar bloğu için, 4 yıl çok uzun bir süre değil mi? İktidar bloğu bu 4 yılı nasıl idare edebilir, gerçekten seçimsiz geçirebilir mi?

Geçiremez. Sadece bu gerilimden dolayı değil, Erdoğan ve iktidar açısından da sürdürülebilir bir şey değil. Temel güç ve meşruiyet kaynağı olarak işaret edilen çoğunluk fikri, ciddi bir hasar aldı. Seçimden bir enerji üretemeyen Erdoğan’ı, başka taşıyacak bir güç birikimi yok. Türkiye’nin durmadan seçim yapması, muhalefetin zorlamasıyla değil, iktidarın enerji temin etmek istemesinden kaynaklanıyor. Buna ihtiyacı var. Her seçimden enerji biriktiriyordu. Bu enerji çok da uzun götüremeyince, yeni bir seçim yapılıyordu. Ama şimdi o enerjiyi bile oluşturamadı ve tam tersine önemli bir enerji sarf edip, rezervlerden yedi.

Dolayısıyla şu anda kendisini 4,5 yıl taşıyacak bir siyasi enerji biriktiremediği gibi, güçten düşmüş durumda. Üstüne üstlük, onun önemli dayanağı olan çoğunluk fikri hasar gördü. Bunu tahkim etmeden devam etmesi çok zor. Mutlaka bunu kompanse etmek, rövanşını almak isteyecek. Ben çok hızlı bir erken seçim olacağı kanaatinde değilim ama 4,5 yıl seçimsiz bir süreç yaşamanın imkânsız olduğunu düşünüyorum. Yakın vadede, bir sertleşme atağı ve güç gösterisiyle zayıflamayı durdurmaya çalışacak, onda başarılı olmasına bağlı şekilde, tekrar bir çoğunluk fikrini yaratarak kazanç peşine düşeceğini savunuyorum.