Çok renk, çok ses, tek balyoz

Ulus BOZKIR

Kaleden Basmane’ye inen yağmur sularının menderesler çizerek oluşturduğu ve pürüzlü ince film asfalt tabakası ile kaplı yollardan, sabahın ilk nefesiyle öbekler halinde kent merkezine inen siluetlerin aklın rahmine düşürdüğü ilk şey bu denli yalpalayan ayakların gün sonundan nasıl bu yokuşlarda yol kat ettiğidir. Siluetlerin; renkleri, sesleri, boyları, giyimleri birbirinden farklı olsa da kader ve kederleri arasında ki bağ gözlerindeki feri aynılaştırmış öyle ki göz bebeklerinde cisimleşen şey ayazda denizde boşluğa yanan fener misali...

Çoğunluğunu savaş göçmenlerinin oluşturduğu bu insanlar kentin lümpen orta sınıfının şeytani bakışları arasında ucuz işgücü olmaya, her gün yeniden var olma var etme serüvenine bu yokuşlardan akarak gitmektedirler. Savaş topraklarından ayrıldığı günden bu yana saat sarkacı gibi sallanan hayatları; korku, öfke ve boşluk ile dolu olsa da asırlarca savaşlara, saltanatlara tanıklık etmiş bir kalenin sırtında örümceğin ağını örme titizliğinde yaşama dair aidiyetlik duygularını yeniden küçük küçük örme gayretine girişmişlerdir.

Basmane ’den kale sırtlarına doğru yol aldıkça yakın tarihte yapıldığı her halinden belli kadük yapıların arasında sıvasının dökülmesiyle boyasının asırlık arkeolojik katmanlar halinde dizildiği ve tarihinin açık hava sergisini açmış gibi halinden memnun izli duvarlar, ilk günkü ihtişamıyla tarihe tutunmaya çalışan taşlar, ustalıkla işlenmiş devasa davetkâr kapılar, yüksek tavanlı görkemli yapılar adeta insana saygının, nezaketin mimari olarak vücut bulmuş hali gibi durduğuna tanıklık edersiniz. Hoşgörü sahibi bu yapılarda birlikte yaşama düsturu çoktan kabul görmüş, karbon monoksit kokusu ile asırlık ter kokusu birbirine karışmış ve sokaklarda eskinin hatırası yeni misafirlerinin korkusu ile çoktan hemhal olmuş iken kaleye çıkan sokakları belli mesafelerde çizilen taraçaların zamanla yol olmuş izlenimini veren ve bu sokakları yatay kesen caddelerde ise eğreti küçük dükkanlar doksanlı yılları anımsatsa da gerçekte insana asır kadar uzak geliyor. Oysa insan hatıratlarının toplamı iken yakın geçmişini bile bu kadar ıraksaması, hafızasının kesikli hal alması aidiyetlik olgusunu da şüphesiz baltalıyor. Yol aldıkça kentle yüzleşme bekleyen çokça yapının bulunduğu bölgede rengarenk boyanan bazı duvarlarda; mutlu çocuklar, aileler ve çiçekler resmedilmiş ve bu resimli duvarlar adeta sihirli aynaları anımsatıyor. Aynadaki sihir, sizi tatlı hoş sanal keyfe yönlendiriyor. Ancak keyfi boyanın kapatamadığı duvardaki yarıklardan gelen esintinin yüzünüze çarpmasıyla kayboluyor. Burnunuz ter kokusuna alışamamışken eskilerden bir ezgiyi damlayan terin akustik tınısında duyuyorsunuz. Henüz gerçeklikten daha sihirli bir şey keşfedilmediğinden duvara yaklaşma dürtünüz artıyor ve hazzı da ürpertiyor. Duvara yaklaştıkça sesler daha da belirginleşmeye başlıyor. Küçük insanlar ayrı ayrı dillerde unutulmuşluğun, incinmişliğin şarabi nezaketi ile hararetle tartışıyorlar. Dillerin tüm zarafeti karşısında insan, bu çoğullukta her bir dilin şirinliğini diğer dillerde kendini ne çok bulduğunu düşünmeden edemiyor. Bir an için umut doluyorsunuz ve şüphesiz bu etkileşimde düşüncenin, hayal gücünün ve yaratıcılığın harmanlanmasıyla ortaya çıkan ve her bir tarihsel kültürün diğer kültürleri beslemesiyle büyüyen yaşamları insanlaşmanın sıçrama noktası olarak görmeyi düşünmeden edemiyorsunuz. Bu ruh hali duvardaki yarıklardan sızan ince, pas kokan ışığa alışınca kadar devam ediyor ve seslerle birlikte yüzlerde iyice belirginleşmeye başlıyor. Ten renklerindeki ahenk gökkuşağını utandırırken nefeslerinde ki bin bir türlü aroma, tat bu coğrafyaya değmiş bütün kültürlerin tarihsel birikimi bütünde kendine yer bulmuş gibi. Ne büyük şans!

Bu zamanlar arası yolculuk hissinin neden olduğu yorgunluk kaleye çıkmaktan tam vazgeçmenize neden olurken heyelanın armağanı yeşil yamaç yardımınıza koşar, geçtiğiniz asırlık tarih ve ağır yaşamların izi cesaretinizi kırmış olsa da sarp kayalara tutunan ağaçlar sizi yolculuğunuzu tamamlamaya ikna eder. Kaleye vardığınızda kadifeye dair bir şeye rastlayamazsınız ta ki yüzünüzü denize dönünceye dek, kadife olanın körfez olduğunu görür ve onu tamamlayan imbat esintisini hücrelerinize özgürlük aşıladığını hissedersiniz. Kızılın bütün tonlarını taşıyan günbatımında ise kadife körfezin ufkunun ufkunuza seslendiğini duyarsınız. Bildiğiniz iki şeyi anımsatır size, bu topraklarda da pekçe görülen komşusunun camına ilk taşı atanın dönüp arkasına baktığı ve başka taş atan olmadığında ya da yadırgandığında hep nazar niyetine attığını söylemesini ve tarihte her gerçeğin er ya da geç akıp yatağını bulduğunu… Bugün cama taş atan çıkar ya da çıkmaz ama bu kentin hafızası ve geleceğine taşıyacak olan bu yaşayan tarihin akıp yatağını bulması için ihtiyaç duyulan, güçlü bir balyoz ile ölü toprağın sarsılması ve İzmir’in gerçek hazinesi çoğulunun gün yüzüne çıkartacak toprağın kabartılmasıdır.