Kemal Varol’un son romanı Ucunda Ölüm Var’da yazar okumaya değil, Ağıtçı Kadın’ı dinlemeye çağırıyor sanki bizi. Ölümün bilinmez coşkusuna karşı koymayan güçlü belleği var bu yaşlı kadının

Çok sesli bir şiir

ŞÜKRÜ KELEŞ

Yaşlı kadın, adıyla çağrılmadan geçirdiği seneler seneler sonra bir gece, adının seslendiğini duymuş üç defa: “Ben öldüm”, demiş bir ses, “gel ağıdımı yak!”. Yatağından zar zor kalkıp penceresinden vadiye, sesin geldiğini düşündüğü yerlere bakmış… bakmış ama, görememiş kimseyi. Aynı ses, “Ben öldüm; gel bul beni!” demiş gene.
“Nerdesin?” diye sormuş yaşlı kadın.

O ses, söylemiş nerede olduğunu. Söylemiş nerede bulunacağını… söylemiş mi, bir şeyler daha demiş mi –durayım burada.
Bu yaşlı kadın, Anadolu’nun son ağıtçısı. Ağıtçı olmak, ölüler için ağlamak, ölü evinde yas tutanların gam yükünü sırtlamak demek. Çağrıldığı ölü evlerine vardığında, bir aşk uğruna seneler önce ölen kendini görür, ağıtlar yakarak kendi iç sıkıntısını dindirir; bir sebeple ölenlerin geride bıraktıkları hikâyelere ağlar, ağlatırmış.

O sesi duyduğu gece, ölümün on üç gün sonra kendi kapısını çalacağını hesaplamış yaşlı kadın. O gece, o yüzü yok sesin sahibinin Heves Ali olduğunu bilmiş.

Seneler sonra bir ses vermiş Heves Ali. Elli sene önce çekip giden adamın, aşkın yollarına düşmese miymiş… düşmüş. Heves Ali’nin peşine, onu bir gece yoklayan sesin peşine düşmüş. Ölmeden önce onu son bir defa daha görmek için; neden çekip gittiğini sormak, pişman olup olmadığını bilmek için.

Kemal Varol’un son romanı Ucunda Ölüm Var, dilsel bir metin; upuzun bir söylem. Yazar, okumaya değil, Ağıtçı Kadın’ı dinlemeye çağırıyor sanki bizi. Ölümün bilinmez coşkusuna karşı koymayan güçlü bir belleği var bu yaşlı kadının. Heves Ali’nin üç telli bağlamasından çıkan bir türkünün ezgisini hiçbir zaman unutmamış söz gelimi. Öyle ki, o ezgi zaman içinde Heves Ali’nin kendisi olmuş. Aşık diyarlarında dolanırken bu türküyü bilip bilmediklerini sorduğu yüzleri okumasından belli, Ağıtçı Kadın, Heves Ali’yi bu türküyle tamamlayacağına, ona bu türküyle kavuşacağına inanmış.

O sesin peşine düştüğü başka başka şehirlerde Heves Ali’yi bulacağına inanmış.

Yazar, Ağıtçı Kadın ile Heves Ali’nin bütünleşmesini bir ezgi üzerinden kurgularken yokluk ile varlık arasındaki boşluğun dolgusuna da ulaşmış gibi. Geçmişin bir ses olarak şimdiye uzanması, romanın çok katmanlı yapısına sinen unsurlardan sadece biri. Yaşlı kadın’ın Heves Ali’yi aradığı şehirlerde yol üstünde ağıdını yaktığı ölülerin hikâyeleriyle genişleyen roman, insanın pek çok varoluş olanağını, yaşam deneyimini de kitabın içine alarak çoğalır. Varol’un bu romanında, ölülerden topladığı parçaları bedenine gömmüş kahramanı Ağıtçı Kadın’ın ölü evlerinde, cami avlularında yaktığı ağıtlara sinen keder, çelik öğüten sabrın kaynağına dönüşür.

Kendi içine düşer Ağıtçı Kadın. Kendi içinden doğrulup ölülerin sırlarına uzanır; bu dünyayı öte dünyaya bağlar, göçenlerin bakışını toplar eşyadan.

Şiir, bir konuşma deneyimiyse Kemal Varol’un Ucunda Ölüm Var’ı, çok sesli bir şiir.
Açayım biraz. YeniHarman’a verdiği ve ardından Kör Kâtip’te yayınlanan söyleşide şiir hakkındaki düşüncelerini hatırlayalım önce: “Şiir okurlarım nafile bir çabayla benim bir gün şiire geri dönebileceğimi umuyorlar hâlâ. Şiirimi bambaşka bir yola süremediğim, örneğin bir Turgut Uyar kadar cesur olamadığım, dil meselemi çözemediğim için şiir yazmıyorum artık. (…)”
Yazarın şiir algısı, bizim şiirden anladığımızdan başka bir şey gibi. Bu şey, okurun şiir algısında kırılma yaratan, beklentiyi biraz daha yukarı taşıma potansiyelini de içinde barındıran bir biçim gibi görünüyor sanki. Şu kadarını söyleyeyim, Ucunda Ölüm Var’ın cümleleri, Ağıtçı Kadın’ın çalımları, bekleyiş, arayış, bekleyiş, arayış ve bekleyişin girdabına yakalandığında dibe çöken sözcükler, upuzun bir şiiri andırıyor. Bu nedenle Kemal Varol’un yazısı, ikinci romanı Haw’dan sonra yeni bir dil arayışı olarak okunmalı ve dilin olanaklarını zorlayan bir çaba olarak görülmeli biraz da.

Ucunda Ölüm Var’ı bir okuma deneyimi olarak değil de dinleme ya da duyma olarak düşündüğümde alıp içime koyduğum şu cümleleri yazarın sesinden duyun isterim:

“Koridorlarda boylu boyunca takırdayan, sokakları hışırtıyla geçen, aniden karşısına çıkan bir topa neşeyle vuran, evden dışarı sıkıntıyla, dışarıdan eve uçarcasına dönen, birini heyecanla beklerken topuğu yere değip kalkan; işe, düğüne, gezmeye, eğlenmeye, ölmeye giden ayakkabılar vardı dünyada. Bağcıklar, kulaklar, tokalar, kayışlar, zincirler; astar ve ökçeler vardı. Kunduralar, botlar, makosenler, iskarpinler, ruganlar, sandaletler, köseleler, yemeniler, çizmeler, körüklüler, apartman topuklar, babetler, sporlar, protezler; deriler, süetler, lastikler; tabanı delinmişler, sivri topuklar, arkası basılmışlar, kimi ayna gibi parlayan kimi dünyanın tozu dumanı yutmuş ayakkabılar vardı her yerde.

(…)

Bir yerlere gidiyorlardı devamlı. Bir yerlerden dönüyorlardı. Benim ayakkabılarım durmuştu. Onların ki hareket halindeydi hep. Ellerimi karnımda bitiştirip onlara baktım yıllarca. Bin türlü ayakkabı gördüm dünyada da, bir tek seninkileri görmedim.
Yoktun!
Hiç olmadın belki de.
Dönüyorum artık.
Vazgeçtim bu oyundan.
Halim yok yeniden yollara düşmeye.
Bir ömrü rüya etmeye takatim yok.
Kime ne söylesem canım efendim!
Hasanım Ali, Hüseynim Ali, Hevesim Ali!
Kalbini unutan insan, neyi unutmaz ki!”

UCUNDA ÖLÜM VAR
Kemal Varol
Yayınevi: İletişim, 2016