Ölümün küçüğü yoktur. Hayatımdaki en büyük ölümlerden birinin ise, daha büyük olamadığım zamanlarda, delikanlılığımın başlarında beni bulduğunu hatırlıyorum.

Unutulmayan koca adam,
 Ölümün küçüğü yoktur. Hayatımdaki en büyük ölümlerden birinin ise, daha büyük olamadığım zamanlarda, delikanlılığımın başlarında beni bulduğunu hatırlıyorum.

Bir pazar sabahıydı çok net hatırlıyorum. O zamanlar maçlar TRT’den verilir, gündüz oynanırdı. Baharla birlikte ‘saatleri ayarlama enstitüsü’, saatleri bir saat ileri de alınca gündüzler upuzun olur, maç sonrası muhabbetleri bir başka olurdu. Geniş bir avlusu vardı evin. Bir de balkonu. Hem de iki katlı. Ahşaptı üstelik. Merdivenlerden yukarı çıktıkça gacır gacır öterdi tahtalar. Sıçanlar pıtı pıtı cirit atardı çatı arasında. Ortada ekmek bırakılmazdı yiyecek diye sıçanlar!
Fenerbahçe sahaya çıkınca inanılmaz bir heyecan alırdı seni. Benim gibi kendini bildi bileli renkli takım tutmayan ufaklığı kandırmak için çok çaba sarfetsen de başaramazdın. Çünkü o dönem bir türlü bizi yenemezdiniz. Sizinle oynayacağımız her maç bankoydu bizim için. Yalnız gözlerinden belliydi futbol ve Fenerbahçe aşkı. Seni böyle gördükçe, yeniden yaratıyordum ufak dünyamda, umut dolu ‘sen’i... “Taylara bak taylara” diyordun, fuleli adımlarla yeşili yeşil sahaya çıkan takımına. Çubuklu formaya tebessümle bir atıfta bulunarak, ellerini yukardan aşağıya doğru indiriyor, “Sarı, lacivert, sarı, lacivert, taylaaar…” diyordun. Evet diyordun…
Cumadan okul çıkışı bazen gelirdim size. Yağmur çamur pek fark etmezdi. Abdi Paşa Sokak’tan yukarıya vurdum mu yirmi dakikaya kan ter içinde sizdeydim işte. Geceler erken gelse de uzadıkça uzardı gün. Kışın olsa da, güzel havalarda herkes avluya çıkar musiki söylerdi. Gece evlere daha bir erken dağılınır, sohbetler evde devam ederdi. Sobada kızartılan ekmeğe sürülen margarin ve salçanın üzerine ekilen kekikten oluşan yiyecek koca dünyanın en basit, benim ufak dünyamınsa en leziz yemeğiydi o vakitler. Salça çabuk biterdi. Ben bir fındık faresi gibi, senin tarif ettiğin dolaptan, usulca ‘aşırırdım’ anneannemin muzipçe bizden sakladığı salçayı. Sonra her yan neşe içinde bir bayram havası eserdi evde: Salça bizimdi! Gece bu, uzar da uzardı ya hani.
Bayılırdın kırmızı şaraba. Üst kattaki ufak odanda, bir nevi kendi dünyanda, seni tanıyanların diline göre diyecek olursak “kendine yaşadığın zamanlarda” hayaller kurardın sen de. Bir ufak elmaya harcardın koca şişeyi tık demeden. Bıyıkların ıslanır, elinin tersiyle silerdin. Odandaki en güzel masa örtüsü sararmış gazete sayfalarıydı, bunu hep yapardın. Bahriyeli olmamı nedense çok isterdin. Gözlerini kapatır, bir güzel hayal eder, beni on yıl sonrasındaki halimle görür ve anlatırdın. Sonra, paran olduğu ilk gün bana bir araba sözün vardı. Model falan hikâye, tek özelliği kırmızı olmasıydı. “Kırmızı olsun, üç kuruş fazla olsun” derdin hep. Olmadı. Evde bir gitar vardı. ‘Yalandan yere’ çalar, “tıngırdatıyorum” derdin. Yine de bir iki şarkıyı bilir, fena da çalmazdın. Söylemesi ne keyifliydi be, fabrikada tütün sararken hayal kuran emekçi kadının şarkısını!
Başta da dedim ya, delikanlılığıma mı versem yoksa ilk ölüm oluşuna mı bilmiyorum. Daha ölüm ne demek bilmeden kaybettim seni. Şimdi yokluğun büyük. Keşke diyorum, ıslak bıyıkların batsa da yine öpsen şöyle bi, keşke…
Sen adam gibi gülen yüzünle, koskoca lombozlardan ufacık okyanuslara bakan bir çocuğun pırpır eden yüreğiydin. Bense fark edememiştim.
Sen, ‘dayım’dın.