Birkaç kuşak öncesinden adlarla kurulan dostluklarda belki de bu eğilimlere karşı bilinçsiz bir savunma vardır. O adlara, coğrafyaya ve tarihe, öyküye sarılarak bütünlüğünü korumak çabası…

“Çok şükür yaşıyoruz…”

Cemal Dindar - Psikiyatrist

Bazı kuşaklar gövdelerinde Salman Akhtar’ın bir kitabının adıyla ‘hasarlanmış çekirdek’ taşırlar. Savaş yıllarında ya da yıkıcı toplumsal koşullarda büyümüş olanlar selamlaşmakta, irade gösterip ortaklaşmakta o denli zorlanırlarken küskünlüklerde, hınçlarda, olmamışlıklarda, sevgisizliklerde dağılıp yitmeye bir eğilim, nerdeyse kör bir iştah duyarlar.

Birkaç kuşak öncesinden adlarla kurulan dostluklarda belki de bu eğilimlere karşı bilinçsiz bir savunma vardır. O adlara, coğrafyaya ve tarihe, öyküye sarılarak bütünlüğünü korumak çabası…

Ben bu çabada rastladığım ustalardan söz açacağım.

Afşar Hoca
Tarih 1990 olmalı. Tıbbiyede felsefeye meraklı bir grup öğrenciyiz. Düşün Kulübü adında bir öğrenci kulübü kuruyoruz. Afşar (Timuçin) Hoca’nın Düşünce Tarihi elimizde, Ataköy’deki evinin kapısını çalıyoruz. Hoca, o zaman Mimar Sinan’daydı sanırım. Üniversitede görevi devam etse de haftanın iki günü Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’ne gelmeyi kabul ediyor. Öneri veya kabul etme gibi de değil, doğrusu sanki oradan kalkıp sohbeti sürdürmek için Cerrahpaşa’ya gitmişiz gibi bir olağan buluşma hatırlıyorum o günlere dair. Çarşamba günleri bilim felsefesi, cuma günleri ise düşünce tarihi konuşuyoruz, düşün kulübünde.
Biraz olsun kavramsal tutarlılıkla düşünüp doğru anlatabiliyorsam o günlerin, Afşar Hoca’nın emeğinin payını hep hissettim. Hâlâ özleyince arıyorum, eski sıklıkla olmasa da kapısını çalıyorum ve konuştuklarımızın içeriği kadar söyleyiş biçiminden ve söylediklerine kattığı duygudan da çok şey öğrendim.

Şimdi geriye dönüp baktığımda dergi çıkarma serüvenimizde ya da Psikodiyalektik Araştırmalar Derneği sürecinde desteğini hiç esirgemedi. En son, üç yıl önce, Tire’deki Psikodiyalektik Günleri’ne davet etmiştik. Gelmeyi kabul etse de buluşamadık Tire’de. “Cemal umarım ömrün uzun olur ve yaşarsın, göreceksin, yaşlılık zor zanaat” deyişini hatırlıyorum.
Yine de aynı günlerde Psikodiyalektik Araştırmalar Derneği’nde bize Karac’oğlan anlatırken duyduğu heyecan ve dil sevgisine bakınca bu zor zanaatı en iyi kolaylayanlardan olduğunu söyleyebilirim.

Kadir Dede
Vedat Türkali ya da yanında yöresinde bulunanların seslenişiyle Kadir Dede... Ben de son kitabı Bitti Bitti Bitmedi’nin yazım sürecinde o yöreye ucundan kıyısından dahil olup Kadir Dede deme hakkını edinenlerden olmuştum. Kitapta uzun süre cezaevinde kalmış karakterin ruh sağlığı ile ilgili konuşuyorduk. Bir öğle yemeğinde evine davet etmişti. Yemekte hamsili pilav vardı, ben uzun dönemdir et, tavuk ve balık yemediğim için önce direnir gibi oldum. O da kısa fakat özlü bir yaşam dersi vermişti, yanıtı ancak kendisinde varolan bir soru sorarak: “Doktor, biliyor musun ben niye uzun yaşadım?”
Sonra da saymaya başlamıştı: “Birincisi şair olmadığımı çok erken anladım. İkincisi bir maddenin müptelası olmadım.

Üçüncüsü ise balık… ”

“Sen aklını mı kaybettin, Doktor!” deyip neşeyle gülüşü ise galiba o gün et olmasa da balık konusunda benim için dönüm noktası olmuştu. Hamsili pilava ikna edildiğimi söyleyeyim. Hâlâ tavuk ve kırmızı et yemesem de o günden beri balık yiyorum.

Dikkatimi çeken şeylerden biri de nerdeyse her cümlenin ya sonunda ya başında "Doktor" diye seslenişiydi.

Bu tekrarın nedenini bir süre sonra anlıyorum. Söylediği her “doktor” kelimesinde Türkiye sosyalist hareketinin ‘Doktor’u Hikmet Kıvılcımlı’ya bir hasret çiçekleniyor. Sağlık konusu Kıvılcımlı’nın yoldaşlarına kendi bedenlerini göstererek “Bu size ait değil! Bu kamu malı, kamu malı!” deyişini hatırlamasıyla iyice benim aleyhime dönüyor.

Ben bu uzun yaşamanın sırrına, şimdi geriye dönüp Kadir Dede ile sohbet ettiğimiz o günlere bakınca belki bir şey daha ekleyebilirim: Yaratmak heyecanı…

Kitap yayımlandı. Evinde yapılan kutlama için davet etmişti. Cihangir’deki apartman dairesine… Nevzat abi, Nevzat Karakış güzel türküler söylemişti.Nevzat abinin türküleri bir de Kadir Dede’nin giydiği, yoldaşı Haig Açıkgöz’ce kendine emanet edilen Nâzım’ın gömleği dışında kitabın yazım sürecindeki sohbetlerimizle duygu bağı olan o kadar az ortaklık hissettim ki orada!.. Sanki Kadir Dede’nin son romanı kendi hürriyetine kavuşmuş, evden ayrılmış ve mobilyaların üzerine tozlanmasın diye kutlamadaki kalabalık örtülmüştü…

Yazının başına geçerken niyetim 70'lilerden, ergenliği 24 Ocak/12 Eylül Darbesi’ne maruz kalmış kuşağımdan söz açmaktı.

70’lilerin ruhsal-toplumsal yapısında oluşan çölü anlatmaktı biraz. Kuşağımdan birçok kardeşimde gözlemlediğim derinlik vadeden boşluk hissinden… O boşluğun ta kendisinden söz açmaktı. Bu vaadin gerçekleşmesinde, kişinin aklını işgal etmek isteyen hayaletlere karşı çıkış cesaretinden ve itirazın gücünden dem vurmak ve belki bugünleri zindanlarda geçirenlere, özellikle kuşağımızın onurunu yere düşürmeyen Ahmet Şık’a bir selam göndermekti niyetim.

Ahmet ile tanışmadık. Aynı masada oturduğumuzu da hatırlamıyorum.

Kendi kuşağım deyince… Onu çabasında tanıyorum… Bu çabayı bir selam gibi verişinde…

Ortega y Gasset, şimdi metni bulmam pek güç, lakin selamın değerini çölde birbirine yaklaşan iki atlının iç dünyalarında geçen her şeye yanıt oluşuyla da tartar. Selam bir barış ve dayanışma sözleşmesidir: “Benden sana zarar gelmez” bildirisi…

Kendi kuşağımın, benim tanıklığım için söylüyorum, başka yerlerde umarım farklı kuşak deneyimleri yaşanıyordur, kuşağımın bu bildiriyi bile vermek konusunda bir özensizlik ve dağınıklık içinde oluşunu yaşıyorum.

Örselenmiş, hasarlanmış çekirdeği ile ne yapacağını bilemeyen bir kuşaktır 70’liler.

Orhan Hoca ve Celal Hoca
Celal Hoca, Celal Odağ şimdi seksenli yaşlarını tamamlamak üzere… Uzun dönem Almanya’da çalıştıktan, psikanaliz ve gerek bireysel gerekse grup psikoterapileri konusunda öncü bir birikim edindikten sonra Türkiye’ye dönmüştü. Almanya’da emekli olup İzmir’e, çocukluğunun yoksul semti Buca’ya geldiğinde Türkiye’nin en güzel dernek binalarından birini kurdu ve bildiklerini orada genç kuşaklara aktarma sevdasını yaşadı. 1994 yılında…

Ruhsallık bilgisi ile bilgi sevgisine dayalı bir bağ kuran herkesin en az bir kez merhaba dediği bir kurumdan söz ediyorum. Son üç yıl içinde daha yakın olduk. Birlikte “Dünyaya Sevgiyle Bakıyorum Kendime de…” adını verdiği bir söyleşi kitabı hazırladık. Etkileşimsel psikoterapi grubu yürüttük… Gerek İzmir gerekse İstanbul’da çok güzel öğle sohbetleri yaptık. Sohbetlerden birinde Kadir Dede’nin ‘uzun yaşam formülü’nü anlattım ona…

Şu altın kuralı sanki kulağıma küpe olsun diye usulca söylediğini anımsıyorum: “Vedat Türkali ne demiş, biliyor musun Cemal? Yaşadığım hayatta ideallerimin tepemde birer yargıç haline gelmesine izin vermedim demiş…”

Öğle sohbetleri için bazen Beyoğlu’nda Yazın-Sanat’ta Hüseyin’in yanına gideriz. İstavrit söyler ve bilirim Kumburgaz’ı, Kumburgaz’da sandalla ve kilolarca istavrit tuttuğu günleri, o günlerde verildiğinde almazlık edemeyen fakat gördüğünde yine balık verir bana diye köşe bucak kaçan yaşlı komşu kadını anlatmak için bir başlangıçtır bu Celal Hoca için...

Birkaç gün önce telefonda konuştuk. Sağlık kontrolleri için bir süre Almanya’ya gideceğini ve uzun kalacağını söyledi. Birlikte hazırlayalım dediğimiz, notlarını aldığımız Etkileşimsel Psikoterapi Grubu kitabından söz edemedim bile… “Yoruldum,” dedi ve belki de duymadım ötesini… Neşeyle anlattığı gençliğinin Kumburgaz’ını düşlemeyi yeğledim.

İki yaz öncesinde İzmir’den otomobille Datça’ya gitmiştik birlikte. Celal Hoca’nın Ankara’da psikiyatri asistanıyken başasistanı olan, Türkiye’de psikiyatrinin bilgi üretimi ve kurumsallaşması alanlarında büyük emek vermiş kurucu adlardan Orhan Hoca’yı, Orhan Öztürk’ü ziyaret etmek için… Marmaris ile Datça arasında çamların gölgesindeki güzel bir koyda Orhan Hoca’yla yaptığımız üç dört saatlik sohbetin tadı … Orhan Hoca, Nâzım’dan şiirler ezberliyordu ve veda etmemizden az önce Masalların Masalı’nı okumuştu:

“Su başında durmuşuz.
Su serin,
Çınar ulu,
Ben şiir yazıyorum.
Kedi uyukluyor
Güneş sıcak.
Çok şükür yaşıyoruz.
Suyun şavkı vuruyor bize
Çınara bana, kediye, güneşe, bir de ömrümüze...”


Dönüşte yol boyunca Celal Hoca’nın sevinci… “Ne iyi ettik Orhan abiyi ziyaret etmekle … Ne güzel ettik!...”

Yarenlik etmek
Doktor Hikmet Kıvılcımlı’yı da bu sevince yazabiliriz. Hem psikiyatriye çok uzak biri de değil… Bir ara Bakırköy Psikiyatri Polikliniği’nde çalıştığını biliyoruz.

Doktor, Osmanlı Tarihinin Maddesi adlı kitabında Ahi Evran’ın, Hacı Bektaş’ın, Aşık Beşe’nin Kızılırmak boyunca buluşup “yarenlik” ettiklerini, geleceğe dair memleket düşlerini paylaştıklarını yazar.

Nâzım Hikmet, Hikmet Kıvılcımlı, Afşar Timuçin, Vedat Türkali, Orhan Öztürk, Celal Odağ…

Hem Orhan Hoca’nın hem de Celal Hoca’nın Nâzım sevgilerini biliyorum. Doktor’u okumuşlar mıdır, bilmiyorum. Haberli ya da habersiz, gençliklerinin ortaklaştırıcı değerlerinin onları Kızılırmak boylarında yarenlik etmeye yaklaştırdığını söyleyebiliriz.
24 Ocak -12 Eylül projesi, baskı aygıtlarının sağın hizmetine sunulması ve solun üzerine sürülmesi, ideolojik saldırının özellikle sol içinde neoliberal karakollar kurarak gerçekleşmesi…

Hedef tam da yeni kuşakların nehir boylarınca çoğala çoğala yarenlik kurma şansını çürütmekti…

Yine de selamlaşmayı kesmemeli.

İnsanlar unutsa da nehirler anımsatır bazen. Onlarla konuşacak bir kuşak gelirse…

Toprağın sesini usul usul duymanın vakti… Çekiç Ali’nin o toprakla çatlamış, sertleşmiş, yumuşamış sesini mesela:

“Kızılırmak etrafın dağ mıdır?”