Bu yazıya sadece yazının başlığı için tıkladığınızı sanmıyorum ama maalesef internet ortamı, yazılara sadece başlığı için tıklayanlar, kendi önyargılarını destekliyor diye doğru dürüst okumadan paylaşanlarla dolu. Yine de sadece başlık için bu yazıya tıkladıysanız “tehlike” sizi de kapsıyor olabilir.

Bu yazıyı yazmadan önce girdiğim internetteki “şüpheli haberleri doğrulama platformu” teyit.org’un ön sayfasına göz attığımda doğrulama girişimleri tüyler ürperticiydi. “Suriyeli sığınmacı doktor dövdü” diye video paylaşılmış ama bu görüntünün Rusya’dan olduğu ortaya çıkmıştı. “İki Suriyelinin Bursa’da bir kadını tecavüz edip öldürdüğü” iddiasıyla haber ve fotoğraf paylaşılmış ama bu fotoğrafın 2013 yılında boşandığı eşi tarafından öldürülen bir kadına ait olduğu ortaya çıkmıştı. Yine “Bursa’da yaşayan Suriyelilerin bir atı kafasına vurarak öldürdüğüyle” iddiasıyla görüntüler yayılmış, bu görüntünün 2014’te Suudi Arabistan’dan olduğu ortaya çıkmıştı. Bence bu haberlerin art arda gelmeleri bir tesadüf değil. Belli ki Türkiye’de yaşayan sığınmacılara karşı bir algı ve tepki oluşturulmaya çalışılıyor. Elbette başka bir ülke ve kültürel ortamdan gelip sığınan insanların karıştığı “gerçek” olaylar da vardır veya olacaktır ama bunca okkalı yalanın peşi sıra piyasaya sürülmesi ilginç. Belli ki toplumdaki rahatsızlığı bir yere kanalize etme girişimi var. Kimin neden yaptığının cevabını bilemiyorum ama bu tarz organizasyonların iletişimin bu denli hızlı olmadığı yıllarda bile ağır sonuçları olduğunu iyi biliyorum. Bu haftaki Köşe Vuruşu’nun derdi de bu.

Katliama giden yalanlar

1978 yılında yaşanan Maraş Katliamı’nın, 12 Eylül Darbesi’nin koşullarını hazırlamaya kadar giden kalabalık bir arka planı var. Yani planlı ve örgütlü bir katliam. Ancak bu katliamı kitleselleştiren, “Kızıllar Şehrimizi Bastı” anonsları, köylere gönderilen militanların “Aleviler Maraş’ta Sünni vatandaşları kesiyor, camileri bombalıyor” yalanıyla insanları şehir merkezine doğru harekete geçirme organizasyonları, bugünün internet trollerinin çalışma tarzına çok benziyor. Üstelik dönemin iktidara yakın medyasının olayı hiç alakası olmayan “Komünistlerin” üzerine yıkma çabası da yöntemlerin pek değişmediğinin göstergesi gibi. Öyle ki 1980 yılı Mayıs ve Temmuz ayları arasında gerçekleşen bir katliama dönüşen Çorum olaylarında da benzer bir durum vardır. Bir cuma namazı sırasında Ulu Cami’ye giren bir kişi, “Alaaddin Camii’ni yaktılar, siz ne duruyorsunuz?” diye seslenir, topluluk içinde bulunan başkaları da, “Alevi komünistler, Alaaddin Camii’ne bomba attı, cami içindekilerle birlikte yanıyor!” gibi kimi laflar ederler ve olaylar bir anda büyür. Hatta bu provokasyon TRT haberlerine kadar gider ve “Alaaddin Camii bombalandı” yalanı tüm Türkiye’ye yayılır. Haber “gerçek” de olsa insanların başkalarını katledecek bir öfke ikliminde olması kabul edilemez (ve sosyoloji bilimini de kapsayan ayrı bir tartışma konusu) ama “yalan” haberin buna sağladığı katkı trajik.

Aynı durumda mıyız?

1970’lerin insanlarına göre bugünün insanları hem teknolojik hem de bilinç olarak avantajlı desek de bu tarz haber ve yalanların yayılmasını önlenemiyor. Üstelik internet teknolojisi yalanın eskisinden çok daha hızlı yayılmasına katkıda bulunuyor. On yıllar sonra bakıldığında belki bir “geçiş dönemi” olarak değerlendirilecek ama biz o dönemi yaşıyoruz ve çok dikkatli olmak zorundayız. Sadece editoryal olarak değil okur olarak da öyle. Gerçeklerin peşindeki gazetecilerin (Cumhuriyet davası gibi) tutuklu olduğu bir dönemde yalanın yayılma hızını ve şeklini tartışmamız da ayrıca utanç verici. Velhasıl bunca umutsuzluk ortamında, umudu hepten yitirmemek için bize de düşen şeyler var.

Okuduğumuz şeylere karşı daha dikkatli olmak ve etrafımızı uyarmayı görev bilmek gibi. Haberin altından masumca bize bakan “paylaş” butonu, bizi kitlesel bir utancın ortağı yapabilir çünkü.