O hep orada duruyor, düştüğü ya da asılı kaldığı yerde. “Çok uzaktan atılan, hedefine ulaşamayacak bir ok gibi bir şey bu, ne var ki bu ok durduğunda ve düştüğünde uzaktaki hedef titrer ve karşılamaya gelir” diye yazmış Maurice Blanchot, ‘Son İnsan’ kitabında (çev. İsmail Yerguz, Kabalcı). Bu cümleyi okuduğumda Elealı Zenon’un (İ.Ö. 5.yy) paradoksları geldi aklıma; hani, hareketin imkânsızlığını kanıtlamak için öne sürdüğü paradokslar. Ok paradoksunda fırlatılan bir okun hareket etmediğini, dolayısıyla hedefine asla ulaşamayacağını kanıtlamaya çalışıyordu. Her varlık hedefine, hayata atılmış, ama asla hedefine ulaşamamış bir ok gibi duruyor havada. Zira bu haliyle varlık, hareket etmeyen, edemeyen kapalı bir zarftır; hayatın sirayet etmesine izin vermeyen, kalın çeperlerin içine hapsedilmiştir. Fakat Blanchot, okun değil, hedefin hareket edeceğini söylerken, Zenon’un paradokslarındaki varlığı hayatla, çoklukla buluşturarak Zenon’u boşa çıkarır. Her varlık hedefine varamayan bir oksa şayet, hedefi, yani hayat, tüm çokluğuyla onun varlığını duyumsayıp titremiş ve onu karşılamaya gelmiştir.

Titreşen tekillikler
Zenon’un paradoksları, hocası Parmenides’in çokluğu ve hareketi yadsıyan felsefesinin mantıksal kanıtlamalarıdır. Varlık değişmez, bölünmez, hareket etmez ve “Bir”dir; çokluk ve hareket, yani hayat, sanılar, yanılsamalar olarak “Bir”in dışına sürülmüştür. Bu haldeki varlığın, olduğu yerde donakalmaktan, köşe yastıklarında ömür tüketmekten başka bir şey gelmez elinden; yani bizlerin varlık hali. Kapalı duvarların içinde, yeri ve işlevi belirlenmiş, hareketsiz varlıklarımızın çoklukla karşılaştığı anlar da vardır oysa; çokluğun titreyip bizi karşılamaya geldiği anlar. Haziran Direnişi, Zenon paradokslarındaki hareket etmeyen varlığın ya da “Bir”in, Blancot’nun sözünü ettiği hedef ile karşılaştığı andır; hayat titreyip bizi karşılamaya gelmiş ve kabuklarımızı çatlatmıştır. Sanı ya da yanılsama olarak çokluk, bir hakikat olarak dayatılan hareketsiz varlığı yerinden etmiş ve göçebeleştirmiştir.  Ve bizi ele geçirmiş titreşen çoklukla birlikte biz de titreşime geçtik; öylesine güçlü bir titreşimdi ki tüm katı yapılar çökerken bedenlerimiz sel oldu aktı. Çoklukla temasa geçen varlık, kendi içinde ve dışındaki tüm katı, devletçi anlayışları yıkabilmiştir. Sonunda, katı kabuğunun içindeki varlıktan değil, oluş halindeki, hayatın çokluğu ile titreşen tekilliklerden söz edeceğimiz bir durumda bulduk kendimizi.

Kokular, sesler, tatlar…
Hayattan nefret edenler, bedeni baştan çıkaracak çokluğun izlerini silmek isterler yeryüzünden. Kokular, sesler, tatlar, dokular, görüntüler; bizi uyaracak ve kabuğumuzu kıracak her şey. Bizler, René Magritte’in “Zenon’un Oku” (1964) adlı taşbaskısındaki havada asılı taş kütle gibi olduğumuz yerde çakılı kalsak da çokluk duyularımıza dokunarak bizi baştan çıkaracak; hayat, düşüp kaldığımız ya da asılı olduğumuz yerde bizi karşılamaya gelecektir. Bir yudum şarabın, bizi baştan çıkaracak bir kokunun, bir temasın, bizi kışkırtan bir şarkının, bizi heyecanlandıran bir olayın bizi karşılamaya gelmesine kim engel olmak ister ki? Tabii ki iktidar. İktidar sarayını, duyguları köreltilmiş kapalı kutularla, hareketsiz, kederli varlıklarla döşer; istediği gibi manipüle edeceği, yerleştirebileceği modüler bir mobilya sistemi kurar kendine; hayat ise baştan çıkarıcı çokluğun yeri olarak kapı dışarı edilmiştir. Milliyetçi, cinsiyetçi, ırkçı, dinci kabuklarının içindeki varlıklarla bir güzel döşer ülkeyi.  Şimdi de kurduğu düzeni pekiştirmek, kendisini korumak için İç Güvenlik Yasası altında, ülkeyi modüler mobilya sistemiyle,  faşist çizgilerle yeni baştan dekore etmek istiyor; kendi varlığına kurban edeceği varlıklarla. Hayatın bizi karşılamaya gelmesinden ve kabuklarımızı çatlatmasından korkuyor çünkü. Korkusu boşuna değil; hayat dışarıda, bizi çağırıyor. Kırmayacak mıyız kabuklarımızı?