Kökleri beş yüz yıl öncesine uzanan, baharın ve bereketin gelişini kutlayan Baklahorani Karnavalı, kadim kentin en eski ritüellerinden.

Pera’nın hayaletleriyle birlikte yürüdüğüm bir Pazar gecesi. Yetmiş yıla yaklaşan bir yasaktan sonra.  Soğuktan çıkışı kutluyor, baharın ruhunu kutsuyoruz. Çiçeklenmeyi, yeşermeyi, sürgün vermeyi.
Bin dokuz yüz yirmi iki, büyük YIKIMın tarihi. İstanbul’da beter uğursuz günler. EXODOS(Göç), Rumların Anadolu’dan mecburi ayrılışları… Toplumsal belleğimizin travmatik hikâyesi. Yaklaşık iki milyon insanın başkaları tarafından kendileri adına alınan bir kararla topraklarını terk edip o zamana kadar hiç görmedikleri yeni bir toprağı kendilerine yurt edinmek zorunda kaldığı ayazlı günler.

Galatasay’dan Tünel’e doğru yürüyorduk. Büyük YIKIMa tanıklık etmiş sokakları ardımızda bırakarak. Binalar gasp edilmiş olsa dahi… Kentin asırlar önceki sakinlerinin nefesleri, hayaletleri her yerdeydi. Kimsenin hiçbir ceberut zihniyetin ulaşamayacağı, söküp alamayacağı belleğimizde, yüreğimizin en derinindeydi. Pek çoğumuzun düşünde. 

Pera’nın sokaklarına dağılan Rembetiko’nun ezgileri asırlar öncesinin neşesini, sulu karın çiselediği kente geri getirmişti. Her adımımızla yaklaşıyorduk birbirimize, geçmişimize. Silinmek istenen çok dilli, çok renkli günlere.  

Her neyse araya giren; sınırlar, çıkarlar, küçük hesaplar. Bir bakışı bir gülüşü unutturan o bitmek bilmez akıl dışı kararlar… Evini, dostlarını, hayat denen inşayı yok sayan.

Başka bir kente göç etmek düşüncesi, dolanıyordu zihnimde. Dünya suçumdan kaçmak için yeterince büyük değildi… Dünyanın ne eni ne de boyu, kendi öz vicdanımın haykırışı karşısında sessiz kalmaya yeterliydi.

Hiçbir şey, eski bir YIKIMın vicdanda bıraktığı cüzam yaraları kadar korkunç olamaz.
Ayrılıp uzak yerlere gitmesini istediklerim; gölgemle ben, adım ve anılarımla ben… Ve kendi tenimle benliğimdi. Gölge ve anılar, adlar ve ten gidince geriye pek bir şey kalmayacağını bildiğim benliğim.