Covid-19, küresel düzen ve yoksulluk

F. SERKAN ÖNGEL

Dünya, kapitalizmin zafer çığlıkları atarak girdiği, tarihin sonunun ilan edildiği bir dönemin, yarattığı tahribatın ağır sonuçlarını yaşıyor. Pandemi süreci, özelleştirme, yerinden yönetim, kamu hizmetlerinin piyasa egemenliğine terk edilmesi söylemleri ile inşa edilen, geniş halk kesimlerinin uzun mücadeleler sonucunda oluşturdukları dayanışma örgütlerinin hızla çözüldüğü bu yıkım döneminin, eşitsizliği ve adaletsizliği nasıl artırdığına işaret ediyor. Tüm dünyanın küresel şirketler için güvenli liman haline getirilmeye çalışıldığı, ülkelerin küresel sermayeyi cezbettiği ve kurulan küresel düzene entegre oldukları oranda, ayakta durabildikleri bu sürece Türkiye, AKP iktidarları eli ile çok hızlı ve istekli bir şekilde dahil oldu.

Kurulan küresel düzen, varlığını sürdürebilmek ve yarattığı sosyal yıkımın etkilerini sınırlandırmak adına, önüne koyduğu hedeflerle birlikte anılıyor. Bu bağlamda Birleşmiş Milletler nezrinde kabul gören Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri’nin akıbeti son derece önemlidir. 2012 yılında Rio de Janeiro’da doğan ve dünyanın karşı karşıya olduğu çevresel, siyasal ve ekonomik sorunları merkezine alan bu on yedi hedef, daha önceki yoksulluğun en kötü biçimlerinin kaldırılmasına yönelik bir seferberlik olarak sunulan Binyıl Kalkınma Hedefleri’nin devamı olarak ortaya konuluyor. Açlığın ortadan kaldırılması, aşırı yoksulluğun engellenmesi, çocukların eğitimi, ölümcül hastalıkları ortadan kaldırma gibi bu hedeflerin, küresel düzlemde eşitsizliğin daha da yaygınlaşmasına neden olan ekonomi politikalarının yarattığı tahribata karşı, insanlığın vicdanını temsil ettiği düşünülebilir.

Kapitalizm kendi yarattığı sorunları ortadan kaldırma amacını, kendi gelişimi için yeni bir hareket noktası kabul eden, bu sorunlardan beslenen bir sistemdir. Bunu yaparken, yarattığı sorunun yerine çözüm diye daha büyük bir sorun koyar. Sorunun ya da krizin açığa çıkacağı dönemi bekler. Bu sorunu ve çözümünü hızla ticari bir meta haline getirir.

Bugün kapitalizmin giderek büyüttüğü sektörler, tam da sorunun merkezinde yer alan sektörlerdir. Başta eğitim ve sağlık olmak üzere kamu hizmetlerinin ticarileşmesi, bu alanı krizlerden beslenen güçlü bir sorun alanı haline getirmiştir. Artan işsizliğe çözüm olarak sunulan şey, geçici ve güvencesiz işlerin yaygınlaşması anlamına gelen esnek çalışma formlarıdır. İşin geçiciliği ve işsizliğin yaygınlığı, işsizliğin sorumlusunun bireyin yetersizliği olduğu söylemi, mesleki eğitim alanını, sürekli eğitim programları, yaşam boyu eğitim vb. büyük bir sektör haline getirmiştir. Kişilerin iş bulma adına, sürekli yeni sertifika programlarına başvurması bunun bir ürünüdür. Üniversite diplomaları sadece bir belgeden ibret hale gelmektedir. Nerede ne zaman işe yarayacağı belli olmayan sertifikaların, ekonomik olarak yarattığı değer devasa boyutlardadır.

Eğitimin ticarileşmesi, alanın küresel bir endüstri olarak inşasını da gündeme getirmiş, beraberinde ihraç edilecek bir meta haline dönüştürmüştür. Örneğin Türkiye’de 200 bini aşan sayıda yabancı öğrencinin bulunması bu durumun bir görüngüsüdür.

Sağlık alanı da yıllarca bu alana yeterli kaynak aktarılmamasının sonucunda, oluşan sağlık krizinin çözümünden beslenmiştir. Krizin çözümü, zaten vergisi ile kamu sektörünü finanse etmeye çalışan geniş halk kesimlerinin, sağlık sistemine bir müşteri olarak dahil edilmesi olmuştur. Özel sağlık kuruluşları, sigorta kuruluşları, büyük bir müşteri kitlesine kavuşmuştur. Hasta garantisi verilen, devasa, göz boyayan hastaneler, ameliyat ettiği, cihaza soktuğu hasta sayısına göre performansı değerlendirilen hekimler gibi. Bu alanın da hızla küresel bir nitelik taşımaya başladığı söylenebilir. 2019 yılında yabancı ülkelerden Türkiye’ye gelen hasta sayısı 662 bindir. Türkiye’nin Covid-19 sürecinde sağlık sektöründeki, kapasite bağlamında, başarısı olarak sunulan şeyin arka planında bu durum bulunmaktadır.

Kapitalist sağlık sisteminin sürekliliği hasta sayısının artışına, sürekli eğitim sistemi ise işsiz sayısındaki artışa bağımlıdır.

Bunun yanında kârlı bir yatırım alanı olarak sağlık ve eğitim alanı, beraberinde pek çok sektörü harekete geçirmektedir. İnşaat sektörü bu alanların başında gelenlerdendir. Ancak özellikle sağlık alanında aslan payını teknoloji devi küresel şirketlerin aldığı söylenebilir.

Zaten işsizlik tehdidi ile güvencesiz çalışmanın kıskacındaki milyonlarca emekçinin, emeklinin yoksulun bu süreçte piyasa dinamiklerine terk edilen kamu hizmetlerine erişiminin maliyetlerini karşılayabilmelerinde büyük güçlükler bulunmakta, ek mali yükler getirmekte, yoksulluğu derinleştiren bir rol oynamaktadır.

Bu bağlamda Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı'nın hedeflerine tekrar dönersek, kapitalizmin yarattığı ve derinleştirdiği eşitsizlikleri sınırlandırması bağlamındaki iddiaların belli neticeler verdiği muhakkaktır.

Ancak sermayenin yoksul halkların doğal kaynakları ve emekçilerin yoğun sömürüsü üzerinden elde ettiği devasa zenginliğinin, sosyal yardım başlığı altında bir sektör, üçüncü sektörü de oluşturduğu söylenebilir. Herkese ücretsiz, nitelikli, eşit eğitim ve sağlık olanaklarının oluşturulmasını hedefleyen, kamu yatırımlarına öncelik veren, destekleyen, kaynakları adil bir biçimde dağıtılmasını savunan, bu temel alanlarda piyasayı dışarıda bırakmayı hedefleyen bir yaklaşımın, kapitalizmin egemenlik biçimi altında, küresel bir aktör olarak, inşasının mümkün olduğunu iddia edebilir miyiz? Tam da bu süreçte on yedi başlık altında gündeme gelen Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri ne kadar sonuç alıcı olabilir?

Çok detaylı olarak girmeyeceğim ancak, bu hedeflerin her birinin gerçekleşme iddiası, içinde bulunduğumuz sistemin acımasızlığı altında mümkün görülmemektedir. Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri’nden biri “Dünya’da 2030'a kadar sıfır açlığa ulaşma” hedefidir. Buna karşın Birleşmiş Milletler, on yıllarca süren istikrarlı düşüşün ardından, açlıktan mustarip insanların sayısının 2015 yılında tekrar yavaşça artmaya başladığını ifade etmektedir. Yaklaşık 690 milyon insanın aç olduğunu bunun dünya nüfusunun yaklaşık yüzde 8,9'unu oluşturduğunu ifade eden Birleşmiş Milletler, bir yılda 10 milyon kişinin ve beş yılda yaklaşık 60 milyon kişinin, açlar ordusuna katıldığını ifade etmektedir. Bu trende göre dünyanın 2030'a kadar bırakın sıfır açlığa ulaşmayı, açlıktan etkilenen insan sayısının 840 milyonu aşacağı ifade edilmektedir. Yine Dünya Gıda Programı’na göre, 135 milyon insan çatışmalar, iklim değişikliği ve ekonomik gerileme nedeniyle şiddetli açlıkla karşı karşıyadır. Covid-19 salgınının bu sayıyı ikiye katlayarak 2020'nin sonuna kadar 130 milyon insanın daha akut açlıktan mustarip olma riskiyle karşı karşıya olduğunu hesaplamaktadır.

İkinci hedef yoksulluğun tüm formlarının herkes için sona erdirilmesidir. BM verilerine göre küresel olarak, aşırı yoksulluk içinde yaşayan insan sayısı 1990'da yüzde 36'dan 2015'te yüzde 10'a düşmüş görünmektedir. Ancak bu değişimin hızı yavaşlamakta, Covid-19 krizi, yoksullukla mücadelede on yıllardır devam eden ilerlemeyi tersine çevirme riskiyle karşı karşıya bırakmaktadır. Küresel salgının ekonomik yansımalarının küresel yoksulluğu yarım milyar insan veya toplam insan nüfusunun yüzde 8'i kadar artırabileceği konusunda uyarmaktadır

BM 700 milyondan fazla insanın veya dünya nüfusunun yüzde 10'unun bugün hâlâ aşırı yoksulluk içinde yaşamaya çalıştığını ve sağlık, eğitim, su ve sanitasyona erişim gibi en temel ihtiyaçları karşılamakta zorlandığını ifade etmektedir. Burada temel yoksulluk ölçütü günde 1,90 doların altında gelirdir.

Dünya’da Gıda Güvenliği ve Beslenmenin Durumu 2020 Raporu, sağlıklı beslenme maliyetinin, uluslararası açlık sınırı olarak belirlenen ve satın alma gücü paritesi üzerinden hesaplanan, 1,90 dolardan çok daha fazla olduğunu, göstermektedir. Rapora göre sağlıklı beslenmenin maliyeti sadece nişasta içerikli gıdalar ile beslenmenin maliyetinin beş katıdır. En iyi tahminlere göre bile dünyada 3 milyar insan sağlıklı beslenmenin maliyetlerini karşılayamamaktadır. Bu durum hedeflerle gerçek arasındaki uçurumu ortaya koymaktadır.

Sonuç olarak, küresel salgın, kapitalizmin içsel çelişkilerinin ve bu çelişkilerden beslenme kabiliyetinin somut bir örneğini ortaya koymaktadır. Krizin merkezinde eğitim ve sağlık başta olmak üzere kamu hizmetlerinin piyasa dinamiklerine terk edilmesi bulunmaktadır. Türkiye özelinde salgının ilk anından itibaren yaşadığımız zorluklar, turizm sezonunda küresel salgının yok farz edilmesi, aç-kapa yüz yüze eğitim meselesi, aşı meselesi, kamu kaynaklarının dağıtımında sermaye kesimlerinin öncelikli kılınması meselesi daha niceleri bu sürecin bir ürünüdür. Bu anlamda geniş halk kitlelerin beklentilerine yanıt üretecek alternatif politikaların sistem karşıtı bir içeriğe sahip olması bir gerekliliktir. Bu meseleleri görmezden gelen bir perspektifle oluşturulan bir muhalefetin ise uzun dönemde muhalefet ettiği şeye dönüşmesi kaçınılmazdır.