Covid-19, siyasal egemenlik ve piyasa

CANGÜL ÖRNEK

Geçtiğimiz günlerde ABD Senatosu Covid-19 pandemisi nedeniyle büyük şirketlere muazzam kaynak transferini öngören bir paketi kabul etti. The Washington Post’un haberine göre paketin hazırlandığını duyan lobiciler, hızla harekete geçerek temsil ettikleri gruplar adına Senato’yu ve Beyaz Saray’ı bombardımana tuttular. Böylece başlangıçta 850 milyar dolar olarak planlanan paketin büyüklüğü birkaç gün içerisinde 2,2 trilyon dolara yükseldi. Senato’da Demokratların ve Cumhuriyetçilerin oybirliği ile kabul ettikleri paketin “milli birlik ve beraberlik” ruhunu bozan tek başlığı ise, 4 ay için haftalık 600 dolar ek işsizlik ödeneği sağlanmasını öngören maddeleri oldu. Senato’da ve paketin kabul edilmesinden sonra basında dile getirilen itirazlar, işsizlik ödeneğinin çalışmayı değil, işten çıkarmayı teşvik ettiği yönündeydi. Halbuki, ödeneğin talep daralmasının önüne geçerek piyasaya “soluk aldırması” da öngörülüyordu. Paket, ücretsiz izne çıkarılma ya da maaşlarda kesinti yapılması gibi durumlar için bir düzenleme getirmediği gibi, şu aşamada, trilyon dolarlık teşvik alacak şirketlerin bu paraları aldıktan sonra insanları işten çıkarmaması gibi koşullar da içermiyor. Üstelik ek işsizlik ödeneği miktarı, insanların işsiz kalsalar bile piyasa için talep yaratabildikleri ama ücretleri düşürülse bile çalışmayı sürdürecekleri “kutsal denge” gözetilerek belirlenmişti.

Paketin kabulüyle aynı hafta içerisinde gerekirse piyasanın sağlığı için virüse kurban verileceğini ifade eden açıklamalar da yapıldı. Donald Trump, alınan önlemleri askıya almayı değerlendirdiklerini, herkesi ekonominin işlemesi için tekrar işe sürebileceklerini duyurdu. Aynı haftanın diğer çarpıcı açıklaması ise, hayati olmayan işletmelerin kapatılması gibi önlemleri bile eleştiren Teksas Valisi Dan Patrick’ten geldi. Patrick, ABD’yi kurban etmek yerine yaşlıların kendilerini kurban etmeye hazır olduklarına inandığı söyledi. Bu sözleriyle, açıkça, piyasanın selameti için virüsün hangi canı alacağı kararını virüse bırakmayı, yani virüs için tam anlamıyla laissez-faire, laissez passer ilkesini hayata geçirmeyi öneriyordu.

Dünyanın en büyük kapitalist ülkesindeki bu tartışmaların siyasal iktidar ve yaşam hakkımız konusunda bize söylediği nedir? Jashua Clover’a göre, bütün bunların gösterdiği şey egemenin tümüyle politik ekonominin dayatmalarına tabi olduğudur. Biyopolitika kavramının, egemenliği “yaşat ya da ölmeye bırak” şeklinde formüle ettiğini hatırlatan Clover şöyle diyor: “Yaşat ya da ölmeye bırak, bu toplumsal düzende diğerleri gibi basit bir araçtır. Trump’ın tvitinden, Dan Patrick’e ve Senato paketine, bu toplumsal düzenin gerçek mantığı, her zaman için çalıştır ve bırak, satın alsın ilkesinin belli bir oranı olarak üstlenilen güçtür.” Dolayısıyla, siyasal iktidar, “yaşat

ya da ölmeye bırak” ayrıcalığını elini tutsa bile, bu ayrıcalığını ancak piyasanın koyduğu esas belirleyici ilke olan “çalıştır ve bırak, satın alsın”ın bir türevi olarak kullanabilecektir. Birgün’de yayımlanan “Eyvah devlet ateş ölçüyor” başlıklı yazımda ben de Covid-19 pandemisi üzerinden egemenliğin doğasını tartışan bazı isimleri, piyasa egemenliğinin üst belirleyiciliğini görmezden gelmekle eleştirmiştim.

Bu gözle, Türkiye’deki ve Türkiye kategorisindeki ülkelerdeki duruma bakalım. Toplumun, salgının kontrol altına alınması için sokağa çıkma yasağı ilan edilmesini beklediği günlerde, insan hayatının değil, üretimin ve ihracatın en önemli öncelik ilan edilmesi tam da bu gerçeğe işaret etmektedir. Türkiye’de üretilen mal ve hizmetin acil ve zorunlu olup olmadığına bakılmaksızın neredeyse tüm sektörlerde milyonlarca emekçi çalışmaya devam ediyor. Gördüğümüz şey şudur: Normal koşullarda sokağa çıkma yasağı da dahil olmak üzere her türlü yasağı büyük bir hevesle dayatacağından kuşku duymadığımız, kontrol ve baskı aygıtlarını her fırsatta büyütmeye çalışan bir iktidar bile, egemenliğini, “çalıştır ve bırak, satın alsın” yüce ilkesine bağlı olarak kullanabilmektedir.

Bu aynı zamanda şu anlama gelmektedir: “Yaşat ya da ölmeye bırak” kararını elinde tutan bir iktidarın, bu tercihi keyfi biçimde yapabilmesi için bile, asgari bazı koşulların sağlanmış olması gerekiyor. Daha açık biçimde ifade etmek gerekirse; pandeminin belli bir düzeyin üstünde yayıldığı ve sağlık sisteminin olanaklarını zorladığı ülkelerde, ülke ekonomilerinin gücü de kapitalist devletlerin salgınla mücadele etme istek ve kapasitelerini belirlemektedir. Karantina, sokağa çıkma yasağı gibi ölüm-kalım mücadelesinde büyük önemi olan kararların gecikmesinin bir nedeni, kuşkusuz ki, insan hayatının önemsenmemesi, bilim-karşıtı bir tavrın yönetim pratiğinin her alanına ve anına hâkim olmasıdır. Ancak belirleyici neden, kapsamlı bir mücadeleyi yürütmek için gerekli kaynağın hazırda bulunmamasıdır. Kaynağın yaratılması için ise köprü, havaalanı gibi büyük projelere yapılan garanti ödemelerinin durdurulması, özellikle sağlık alanında kamulaştırma, sermayeden gerçek anlamda vergi alınması, çalışanlara ücretli izin verilmesi, vb., gibi piyasanın canını acıtacak ama toplumun yaşam hakkının korunması için gerekli adımların atılması gerekir.

O zaman siyasal iktidarların salgın bahanesiyle otoritesini artırmaya çalıştığını iddia edenlere soralım: Dünya çapında salgının hızla yayıldığı şu günlerde bu sayılan adımların ve benzerlerinin atılması neden şu ana kadar istisnaidir?

HOBBES’U GÖSTERİP LOCKE’A RAZI ETMEK

Salgın Avrupa’ya ulaştığından beri entelektüel kapasitelerini neredeyse tamamen “devletin büyümesi tehlikesi”ne işaret etmek için kullananların görmezden geldiği nokta budur. Binlerce insanın gerçek anlamda bir ölüm-kalım mücadelesi verdiği şu tarihsel dönemde, devlet politikalarının piyasanın yüce ilkelerine göre değil, kamusal ihtiyaçlara göre belirlenmesini savunmak yerine; otoriterleşme tehlikesiyle kavgaya girişmenin üstünü örttüğü mesele budur. Üstelik, bu kavga sınıfsal bir tercih barındırmaktadır.

David Runciman, Guardian’da yayınlanan makalesinde şöyle diyor: “Tecrit sırasında görüyoruz ki siyasetin özü hala Hobbes’un tanımladığı gibi: bazı insanlar diğerlerine ne yapması gerektiğini söylüyor.”

Halbuki, tecrit sırasında görüyoruz ki; siyasetin özü, pandemik salgın koşullarında bile hala Smith’in tanımladığı görünmez yasalarla uyumlu biçimde şekilleniyor: bazı yoksul insanlara ne yapılması gerektiği söyleniyor (evde kal, sosyal mesafeni arttır); ama bu insanlar yaşam hakları için yapılması gerekeni yapamayacakları koşullara mahkûm ediliyor. Bu esnada, sesleri yüksek çıkan orta sınıflar ise, sokağa çıkma yasağı karşısında tetiklenen Locke’çu endişeleriyle bizleri bombardımana tutuyor.

Bu söylenenler, hükümetlerin salgınla mücadele bahanesiyle baskıcı/denetimci politikaları daha fazla hayata geçirmesinin önemsiz olduğu anlamına gelmiyor. Gelecekte kapitalizmin bunalımının derinleşmesiyle, demokrasilerin halk katılımı sağlayan kanallarının daha fazla tıkanması, temel hak ve özgürlüklerin daha ağır şekilde baskı altına alınması, eldeki sosyal hakların daha çok tırpanlanması önemsizleştirilebilecek tehlikeler değil. Hatta bu spekülasyonların hakkını bugünden veren bazı hükümetlerin, demokratik kurumların tabutuna son çiviyi çakmak üzere vakit kaybetmeksizin harekete geçtiğini görüyoruz. Bu fırsatçılıkta liderlik şu anda Macaristan’daki Viktor Orban hükümetine ait. Orban, tam da kendisinden bekleneceği üzere, yolsuz ve hukuksuz iktidarını, hak ve özgürlükler aleyhine büyütmek adına ilk harekete geçenlerden biri oldu. 31 Mart’ta toplanan Macaristan parlamentosu, yalan haber yayanların hapis cezasıyla cezalandırılabilmesini ve Orban’a ülkeyi KHK’larla yönetebilme hakkı tanıyan süresiz olağanüstü hâl ilanını da içeren bir dizi “önlem”i kabul etti. Böylece, parlamento kendini gereksizleştirdi.

Bu örneklerin çoğalacağını öngörebiliriz. Ancak burada iki noktaya dikkat çekmemiz gerekiyor: Birincisi bu tartışmayı otoriter iktidarların bireysel özgürlükleri kısıtlaması ekseninde yorumlamanın, bu sürece ancak toplumsal bir direnç oluşturulabileceği gerçeğini örtüyor olması. Yani sorunun nasıl ortaya konulduğu, mücadelenin hattını belirliyor. Örneğin, yukarıda alıntıladığımız Guardian yazısında Runciman, Hobbes’a referansla bu ekseni şöyle tanımlıyor: “Modern siyasetin kalbinde bireysel özgürlük ile kolektif tercih arasındaki denge (trade-off) vardır.” Dolayısıyla mesele tek başına zaten bir süredir parlamentoları işlevsizleştiren, hak ve özgürlükleri kısıtlayan iktidarların bu politikalarını daha ileriye götürecek olmaları değil. Mesele bir kez daha ortak iyiliğimizi bireysel tercihlerimizin önüne koyan her türlü kolektif nosyonun, liberallerde yarattığı alerjinin dışa vurulmasıdır.

Liberal entelektüellerin yakından takip ettiği Guardian’dan, sermaye sınıfının yakından takip ettiği Economist’e geçelim. Economist’in Mart ayı son sayısının kapağında tasmasıyla köpeğini gezdiren maskeli bir adamın boynuna tasma geçirmiş olan büyük bir el var. Kapakta şu başlık yer alıyor: “Her şey kontrol altında: Büyük devlet, özgürlük ve virüs”. Economist’in özgürlüğümüzü tasmalı büyük devletin kontrolüne verdiğimizi söyleyen bu kapağında yer alan “büyük devlet” imgesi, neo-liberalizmin kırk yıldır önümüze koyduğu “devletin büyümesi” heyulasını bir kez daha önümüze öcü olarak koymasından başka bir şey değil. Halbuki, geçtiğimiz günlerde önemli bir bildiriyle halka seslenen kamucu Sosyal Bilimcilerden alıntılayarak söylersek, tüm dünya bugün neoliberal ezberlerin ve “sağlığın, eğitimin, temel ihtiyaç maddeleri üretiminin piyasa süreçlerine terk edilmesinin bedelini ödüyor."

Siyasal otoriterleşme sorununa dair son bir noktayı daha ekleyerek bitirelim: Bu tartışmalarda geleceğe dönük bir tehdit olarak hakkında spekülasyon yaptıkları otoriterleşme; yani yürütmelerin güçlenmesi, parlamentoların işlevsizleştirilmesi, siyasal ve sosyal hakların yok sayılması, kapitalizm ile demokrasi ilişkisindeki uyumsuzluğun uzun süredir gözlemlediğimiz bir dışavurumdan başka bir şey değildir. Dünya genelinde sağcılaşan ve otoriterleşen siyasal iktidarların, hakları ve özgürlükleri yok edişi, neo-liberal devletin küçültülmesi ideolojisiyle bir arada yol aldı. Kabul edelim ki, kapitalizmin demokrasi ile yaşadığı ve Soğuk Savaş boyunca, nispeten uygun iktisadi koşulların da yardımıyla sürdürdüğü zorunlu birliktelik, Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonra hızlı bir ayrılık sürecine girdi. 2008 yılında patlak veren iktisadi bunalım, ırkçı ve gerici sağ güçlere açılan siyasal alanı genişlettiği oranda, kapitalist ülkelerde iktidarlar, bir zamanlar sosyalist alternatifin ve güçlü işçi hareketinin korkusuyla üstlendikleri demokratik yükleri tek tek boşaltamaya başladılar. Bugünden sonra bu süreç hız kazansa bile, tehlikenin önünü kesmek bir bireysel özgürlük kavgasıyla mümkün olmayacağı gibi, devletin küçültülmesi ideolojisinin insanlığa ödeteceği bedellerin geçmiştekinden çok daha ağır olacağı muhtemeldir.

Dolayısıyla, tehlikeyi Hobbesgil bir Leviathan’dan ibaret göstermeye çalışanlara ve Hobbes’u göstererek bizi Locke’a mahkum etmeye çalışanlara yanıt olarak, Rousseau’dan beri iki şeyi çok iyi öğrendiğimizi belirtelim: Birincisi, Rousseau’nun tutkuyla anlattığı gibi, eşit ve özgür doğan insanın uygar toplumda (burjuva toplumu olarak okuyabilirsiniz) başka bir insanın kölesi olması, aramızdan birinin yeryüzünün bir parçasını çitleyerek “bu benim” demesiyle başladı. Böylece özgürlük yerini köleliğe bıraktı. İkincisi, özel alanı kamu otoritesinin müdahalesinden arındırmayı -pandemi günlerinde dahi- özgürlük saymak tarihin en büyük aldatmacalarından biri olarak pazarlanmaya devam ediyor. Her şey bir yana, her gün toplu taşıma araçlarına binerek gökdelen inşaatlarında vardiya başı yapanların kutsal yaşam hakkının, hangi zorunluluklar tarafından cendereye alındığını bilmiyormuş gibi yaptığı için…