Hiç evde kalabilenle işe gitmek zorunda olan işçi aynı olabilir mi! Salgında yaşamını sürdürecek maddi gücü ve izolasyon imkânı olanla olmayan bir olabilir mi? Hiç sağlıklı beslenenle beslenmeyen bir olabilir mi?

Covid-19’un öğrettiği: Daha fazla sosyal güvenlik!

Mart 2021 itibarıyla Covid-19 salgınının üzerinden bir yıl geçti. Son yüzyılın en büyük salgını olan Covid-19’un ne kadar süreceği, virüsün nasıl bir seyir izleyeceği, başka benzer salgınların ne düzeyde olacağı belirsiz. Bütün dünyada sadece bir yıl içinde yaşama ve çalışma biçimlerinde daha önce öngörülmez büyük alt üst oluşlar yaşandı. Adeta distopik bir öykünün içinde yaşıyoruz. Bu distopik gidişata müdahale edecek ve ölümcül salgına karşı şifa dağıtacak Empedokles’in Dostları da yok!

Ekolojik yıkımım, doğanın talan edilmesinin, soluk alınamaz şehirlerin, dizginlerinden kopmuş tüketimin, derinleşen sosyal eşitsizliğin, zayıflatılan sağlık ve sosyal güvenlik haklarının bedelini ödüyoruz. Kapitalizmin insan emeğinden doğaya kadar her şeyi yoğun biçimde metalaştırmış olmasının bedelini ödüyoruz. Ama bu bedel ödenirken de eşitsizlik, yoksulluk ve keyfilik derinleşiyor. Bu üç sözcük adeta salgının doğasını anlatıyor. Evde kalmaktan işe gitmeye, aşılanmadan yaşamının idame ettirecek gelire kadar her alanda eşitsizlik derinleşiyor.

EŞİTSİZLİĞİ DERİNLEŞTİREN SALGIN

Salgın her anlamda eşitsizliği derinleştiriyor. Salgının epidemiyolojik sonuçlarına ilişkin kapsamlı çalışmalar eksik olsa da salgının bir halk sağlığı sorunu olarak da eşitsiz geliştiğini söylemek mümkün. Virüs elbette farklı toplum, yaş ve cinsiyet gruplarındaki insanlara farklı davranmıyor. Ancak salgından korunmaya dair pek çok faktör; yaşam standardı, yaşam alanı, işten uzak kalabilme, yeterli gelire sahip olma, beslenme ve bakım olanaklarının virüse yakalanma ve hayatta kalma ihtimalini değiştirdiği tartışma götürmez.

Salgının epidemiyolojik sonuçlarına ilişkin veriler Türkiye’de oldukça sınırlı ancak Covid-19’un çalışanları ve işçileri daha fazla etkilediği, pozitif vaka oranlarının işçiler arasında daha yoğun olduğuna dair çalışmalar söz konusu. Hiç evde kalabilenle işe gitmek zorunda olan işçi aynı olabilir mi! Salgında yaşamını sürdürecek maddi gücü ve izolasyon imkânı olanla olmayan bir olabilir mi? Hiç sağlıklı beslenenle beslenmeyen bir olabilir mi? Salgına karşı en etkili önlem olan birkaç haftalık tam kapanmanın gerçekleşmesi durumunda salgının etkisinin kırılması ve azaltılması olanağı varken, “salgını fırsata çevirme” zihniyeti ile eklektik parçalı önlemlerle salgın ikinci ve üçüncü dalgalara vardı. “Evde kal” çağrıları gelir ve iş durumları uygun olanlar için uygulanabilirken dar gelirliler, emekçiler işe gitmek zorunda kaldı. “Evde kal” çağrıları bir riyadan öteye gitmedi.

Covid-19 neoliberal çağda daha da derinleşen küresel eşitsizliği bir kez daha yüzümüze çarptı. Covid-19’la mücadelede zengin ve yoksul ülkeler arasında devasa bir uçurum ortaya çıktı. Ocak 2021 itibarıyla Covid-19’un etkilerine karşı doğrudan gelir artırmaya dönük nakdi mali destekler küresel olarak toplam 8 trilyon ABD dolarına ve küresel gayri safi yurtiçi hasılanın (GSYH) yüzde 7,4’üne ulaştı. Covid-19’a karşı alınan önlemler zengin ve yoksul ülkeler arasında derin uçurumu gözler önüne seriyor. Zengin ülkeler vatandaşlarına gayri safi yurt içi hasılalarının yüzde 12,7’si düzeyinde nakit harcama ve gelir desteğinde bulunurken, orta gelirli ülkelerde bu oran yüzde 3,6, yoksul ülkelerde yüzde 1,6 ve Türkiye’de yüzde 1,1’dir. Bu harcamalara sağlık harcamalarının da dahil olduğunun altını çizmek lazım. Bu tablonun bir devamı ise küresel aşılama tablosunda görülüyor. 130 ülkede henüz bir tek doz aşı yapılmamışken, aşıların yüzde 75’inin 10 zengin ülkede uygulandığı görülüyor.

YOKSULLUĞU ARTIRAN SALGIN

Covid-19’un doğrudan toplumsal sonucu ve iş ve gelir kaybıdır. İş ve gelir kaybı ise yoksulluğun daha da derinleşmesine yol açıyor. Salgın devasa bir iş kaybına yol açtı. Özellikle güvencesiz çalışanlar, kayıtdışı çalışanlar, küçük bağımsız çalışanlar salgından derinden etkilendi. Salgının yarattığı iş kayıplarının bir bölümün kalıcı olacağını söylemek mümkün. Çalışmanın biçimde yaşanan değişimler, salgınla birlikte hızlanan teknolojik dönüşüm sonucunda bazı işlerin yerine konulamayacağı ve özellikle düşük vasıflı işlerde işsizliğin artacağını görülüyor.

İş ve gelir kaybı Türkiye’yi de derinden etkiledi. Yaşanan iş ve gelir kaybını birkaç biçimde ölçmek mümkün. Covid-19 döneminde yaklaşık 7 milyon kayıtlı işçi, iş ve gelir kaybı nedeniyle İŞKUR ödeneklerinden yararlandı. Bunların içinde kayıtdışı çalışan işçilerin ve küçük esnafın olmadığının altını çizmek lazım. Oysa işgücü piyasalarına ilişkin veriler -büyük ölçüde işten çıkarma yasağı nedeniyle- iş kaybının esas olarak kayıtdışı sektörde yaşandığı gösteriyor. Kayıtlı çalışanlar çeşitli sosyal güvenlik destekleriyle -gelir kaybına uğrayarak- işteki durumlarını korurken kayıtsız çalışanlar işlerinden oldu. İşlerinden olan kayıtdışı çalışanlar herhangi bir sosyal güvenlik desteğinden de yararlanamadı. Son birkaç aydır başlatan cüzi destekler hariç küçük esnafa dönük de ciddi bir sosyal transferden söz etmek mümkün değil.

Öte yandan gelir desteği alan işçilerin de büyük kayıplara uğradığının altını çizmek lazım. Yaklaşık 2,5 milyon işçi günde 39 TL (ayda bin 168 TL) ile yaşamımı sürdürmek zorunda kaldı. Asgari ücretin yarısına karşılık gelen bu miktarın ciddi bir gelir kaybı ve dolayısıyla yoksullaşma anlamına geldiği açık. Toplumun yoksul ve güvencesiz kesimlerine dönük bilinen sosyal yardımlar ise yaklaşık 8 Milyar TL ile sınırlı kaldı. Bu 8 milyar TL’lik sosyal yardımın 2 milyar TL’si ise “Biz bize yeteriz Türkiye’m” kampanyasından toplandı. Salgın döneminde yurttaşlara kaynak transferi yapılması gerekirken vatandaştan yardım toplamanın absürtlüğünden söz etmeye gerek yok. Nitekim toplanan miktar ve bunun toplam Covid-19 harcamaları içindeki payı “bağış” işinin tutmadığını gösteriyor.

Yaklaşık 8 milyon aileye salgın boyunca sadece 1.000 TL ödeme yapıldı. Bağışlardan sağlanan 2 milyar TL dışında 6 milyar TL civarında kaynağın ise sosyal yardımlaşma ve dayanışma fonu kaynaklarından geldiği anlaşılıyor. Covid-19 döneminde yapılan iş ve gelir kaybını önlemeye dönük harcamaların ezici çoğunluğu sosyal güvenlik kapsamı içindeki işçilerle sınırlı kaldı. İşsizlik Sigortası Fonu eksik de olsa işçilerin korunmasını sağladı. Bu durum bir kez daha güçlü bir sosyal güvenlik sisteminin yaşamsal önemini ortaya koymuş oldu.

KEYFİLİK: COVİD 1984!

Covid-19’u tanımlayan üçüncü kavram ise keyfilik olsa gerek. Bir yandan Covid-19 nedeniyle alınan önlemlerin asimetrik boyutları, öte yandan Covid-19 sınırlamalarının alınma ve uygulanma biçimlerinde yaşanan keyfilikler toplumsal yaşamda daha otoriter eğilimlerin güçlenmesine yol açtı. Kuşkusuz bu çaptaki bir salgın karşısında olağanüstü önlemlerin alınması toplum sağlığını korunması için kaçınılmazdır. Ancak bu önlemlerin ölçülü, hakkaniyetli ve hukuka uygun olması gerektiği açıktır. Örneğin 65 yaş üstüne uygulanan ağır izolasyon, fiziki mesafe konusunda yaşanan çifte standartlar, kitlesel etkinlikler konusunda yaşanan ayrımcı uygulamalar salgının yarattığı keyfiliğin en önemli görünümleri.

Salgının artırdığı keyfilik çalışma yaşamında da yoğun biçimde görüldü. Salgını fırsata dönüştürme zihniyeti ile salgında da üretimin devamını sağlayacak distopik kapalı üretim alanı projeleri gündeme geldi. MÜSİAD’ın izole üretim üsleri şimdilik geniş çaplı uygulama alanı bulamasa da salgın veya benzeri toplumsal/doğal afetlerde nasıl bir üretim düzenini tasarlandığını ortaya koydu. Salgının emek denetim süreçlerini yoğunlaştıracağı ve yeni biçimler ortaya çıkaracağı görüldü. Salgın yeni teknolojilerin üretim ve hizmet süreçlerinde daha yoğun kullanımına olanak sağladı. Sermayenin emek üzerindeki denetim yöntemleri çeşitlendi ve yoğunlaştı. Bunun üretim ve hizmet süreci üzerinde baskı yaratacağı ve işi yoğunlaştıracağına şüphe yok. Bu nedenle Covid-19’dan Covid-1984 olarak söz edenler haksız değil. Covid-19 panoptikon bir toplumsal ve çalışma yaşamına doğru gidişatı hızlandırdı. Bu keyfiliğin çalışanlar açısından yaratacağı sorunlar ise açık, daha çok çalışma ve çalışma zamanının belirsizliği.

Bu sürecin en tipik örneklerinden biri uzaktan çalışma olarak karşımıza çıkıyor. Pandemiyle birlikte uzaktan/evden çalışmada tüm dünyada bir patlama yaşandı. AB’de Covid-19 döneminde çalışanların yüzde 48’i uzaktan çalışma deneyimi yaşadı. Salgından önce AB'de çalışanların sadece yüzde 15'inin tele-çalışma deneyimi olduğu düşünüldüğünde uzaktan çalışmada bir patlama yaşandığı çok açık. Bu eğilim sürecek. Ülkemizde de uzaktan çalışmada belirgin bir artış yaşanıyor. Bazı büyük şirketler salgın sonrasında uzaktan çalışmayı kalıcı hale getireceklerini açıkladılar. Bu durum kuşkusuz uzaktan çalışmanın -en azından bazı sektörlerde- işverenler için daha düşük maliyet ve daha yüksek verim anlamına geldiğini gösteriyor. Bu durum ise çalışanların erişilmeme hakkını ortadan kaldırıyor. Çalışma süresi kavramı ortadan kalkıyor ve çalışanlar işveren açısından her an erişilebilir hale geliyor.

Covid-19 döneminin bir diğer keyfilik örneği olarak ise işten çıkarma yasağını delmek için işverenlerin uyguladığı meşum Kod-19 yöntemi. Bu uygulama bize sermeyenin salgın döneminde dahi hiçbir sosyal kural tanımadığını gösteriyor.

EMPEDOKLES’İN DOSTLARI: DAHA FAZLA SOSYAL GÜVENLİK!

Amin Maalouf son romanı Empedokles’in Dostları’nda yok oluş eşiğindeki dünyayı bir nükleer bir felaketten kurtaran çaresiz hastalıklara şifa getiren, ölüme karşı yaşamı, kötülüğe karşı iyiliği yücelten bir grup gizemli insanın aniden ortaya çıkışını distopya/ütopya karışımı bir tasvirle anlatıyor. Ne yazık ki ne Covid-19’u, ne de ölümcül hastalıkları ve insanlığı büyük bir felakete sürükleyen bu gidişatı durduracak Empedokles’in Dostları gelmeyecek.

Bu insani ve sosyal felaketlerden korunmanın ve çıkışın yolu yine zorlu ve zaman alıcı olacak. Ama bir çıkış her zaman var. Bu korunma ve çıkış insanın doğal ve toplumsal tehlikelerden korunmasının bugüne kadarki en büyük keşfi olan sosyal güvenlik olsa gerektir. Sosyal güvenlik sadece dar anlamda bir korumayı değil herkesin iktisadi, sosyal, doğal ve fizyolojik tehlikelere ve risklere karşı korunması ve insani bir yaşam sürdürmesi için gerekli olanaklara sahip olması perspektifi olarak anlaşılmalı. Covid-19, eğer iyi okunursa çalışmamın ve toplumsal yaşamın demokratikleştirilmesi, herkese sosyal güvenlik sağlanması ve doğayla uyumlu bir toplumsal yaşam için bir başka seçenek de sunuyor. Parasız, kamusal ve nitelikli sağlık hizmeti, insanca yaşamaya yetecek asgari gelir ve iş güvencesi bunların en önemli unsurları. Üstelik bunlar afaki hedefler değil. 20. yüzyılda ortaya çıkmış toplumsal birikimde pekâlâ yeterince zemin var. Covid-19 sosyal güvenliğin ne kadar yaşamsal bir hak olduğunu bir kez daha gösterdi.