Günler ağır, gündem hızlı. Günbegün bir toplumun çözülüşüne tanıklık ediyoruz. Kötülük hiç bu kadar aleni ve olağan olmamıştı. Hırsıza hırsız, tecavüzcüye tecavüzcü, katile katil diyemediğimiz günler bunlar. Yolsuzluk demenin darbe girişimi, barış demenin teröristlik, çocuklar öldürülmesin demenin ağır suç şüphesi, tecavüzcü demenin dini aşağılama olarak görüldüğü günler. Hak talebi ise zaten işten atılma nedeni.

Siyasi iktidar toplumun bütün değerleri ile çatışarak kendisini örgütlüyor. Tarih yeniden yazılıyor. Değerler yeniden üretiliyor. Her türlü suç kutsanıyor. Suç ve korku toplumun mayası haline getiriliyor. Suç suçu işleyene bağlı olarak yorumlanıyor. Toplumda örneğin terörü, mağdurun ve failin kim olduğuna bağlı olarak alkışlayan ya da kınayan hiç de azımsanmayacak bir kitle var. Benim teröristime terör eylemi yapıyorlar dedirtemezsiniz diyen bir samimiyetsizlik her yerde yansımalarını yaratıyor.

Ve muhalefetin devletin zor aygıtlarının değil, canlı bomba tehdidi ile susturulmaya çalışıldığı günlerden geçiyoruz.

Bir partinin lideri katliam çağrısı yapıyor açık açık. Soykırım çağrıları yapanlar bile var. Ama katliam var diyemiyorsunuz.

Bir mafya liderinin akademisyenlerle kurduğu fanteziler ile “baş üstünde baş bırakmayın” diyen bir parti liderinin sözleri kanda birlikte duş alıyor.

Sonuç olarak bu ülke ölümle yaşam arasında sıkışmış durumda. Ve ölümün pek çok sureti var.

Yolsuzluğun belgeleri yayımlandı geçen günlerde. Panama Belgeleri deniyor. Dünyada karaparanın, yolsuzluğun, hırsızlığın ne düzeyde yaşandığını ortaya koyan bir unsur oldu bu. İzlanda Başbakanı kendisine yönelik iddialar üzerine istifa etti. Sarsıntının etkilerinin bununla sınırlı kalmayacağı açık.

Türkiye’de gözaltına alınması darbe girişimi olarak nitelendirilen makbul işadamı Rıza Sarraf’ın ABD’de tutuklanması, ortağı olan Bebek Zancani’nin ‘Türkiye’de 8,5 milyar TL rüşvet dağıttım’ demesi, ABD’nin son dönemde Türkiye’ye yönelik yaklaşımındaki değişim, Türkiye’de kurulan yeni değerler sisteminin uluslararası alanda geçerliliğinin çok fazla olmadığını ortaya koyuyor. Kapitalizm bir dünya sistemi. Suçu bile kendi hukuku içinde örgütleyen bir sistem. Hele söz konusu sistemin tanrısı olan paranın dolaşımı ise, uluslararası alanda inşa edilmiş bu sistemin ve güç dengelerinin dışına kimsenin çok da fazla çıkılmasının istenmeyeceği açık.

Son dönemde Türkiye, kapitalizmin uluslararası sisteminden ayrıksı bir yol izlemeye başlamış durumda. Toplumsal meşruiyet arayışının son bulduğu, mülkiyet ilişkilerinin tanımının kişiye özel olarak yeniden yapıldığı, yeni bir sermaye sınıfının, toplumsal ve doğal kaynakları yağmalayarak, uluslararası sermaye ile entegre olmuş sermaye grupları ile çatışarak serpildiği bu sürecin kapitalist dünya sisteminin iç dengelerine uyumlulaştırılması meselesi önümüzdeki dönemde temel meselelerden biri olacak. Bunun iç siyasette çeşitli yansımalarının olacağını da görüyoruz.

Bu süreçte Türkiye’nin, kamu erki aracılığıyla tüm doğal ve toplumsal kaynakları kendi çıkarları için seferber eden yeni sermaye sınıfının, kapitalist dünya sisteminin kurallarına uymama eğilimini, emperyalizm ile beliren bir çelişki olarak okumak, anti-emperyalist bir cephe oluşumunun unsuru olarak görmek büyük bir yanılsamadır.

İçeride yürütülen savaş kısa vadede toplumsal çürümenin gözardı edilmesi için bir örtü rolü görmektedir. Sonuçta Walter Benjamin’in de dediği gibi, “En büyük boyutlardaki kitle hareketlerini geleneksel mülkiyet ilişkilerini değiştirmeden koruyarak belli bir hedefe yöneltmeyi, yalnızca ve yalnızca savaş sağlayabilir.” Türkiye’de savaş geleneksel mülkiyet ilişkilerini emekçiler aleyhine ve yeni serpilen sermaye sınıfı lehine derinleştirmeyi sağlamaktadır.

Sınıf siyaseti toplumsal çözülme ile eşzamanlı olarak hatta ondan daha hızlı bir çözülme göstermektedir. Oysa bugün temel mesele sınıf temelinde yeni bir kurucu iradenin açığa çıkmasıdır. Sol kendisini bu koşullarda sermayenin doğayı, emeği ve yaşamı bütünüyle kendine tabi kılma ve yarattığı ahlaki çöküntünün parçası haline getirme çabalarına karşı bir direnç noktası olarak kurgulamalıdır. Ancak direnç noktası olarak kalmak yeterli olmayacaktır. Kurulacak yeni rejimin içinde alternatif olarak kendisini örgütleme sorumluluğu da üzerindedir.