Çözüm laiklik ve kamuculukta
Gericilerin ve neoliberal sistemin en büyük saldırısı eğitim ve sağlıkta yaşandı. Tarikatlar her iki alanda da çok güçlü halde ve kamusal alan tamamen onların elinde. Çözüm laiklik ve kamuculuğa dönülmesinde.
BirGün Politika Kolektifi
Halkın Acil Sorunları ve Talepleri - 1
Türkiye kritik bir eşiğe doğru ilerken, sorunlar ise her gün katlanarak artıyor. Ekonomiden demokrasiye, sağlıktan eğitime toplumsal yaşamın her noktası alarm veriyor. İktidar sorunları seçime kadar erteleme yolunu seçerken muhalefet ise halkı ikna edecek, sorunlarına çözüm olabilecek bir alternatif yaratamıyor. BirGün olarak, halkın sırtındaki sorunlar bütününe karşın, bu sorunları emekçi halkın lehine çözebilecek talepleri açığa çıkarma sorumluluğu ile bu yazı dizisini hazırladık. Katkı veren tüm isimlerle, gündelik hayatı çevreleyen her başlıkta 20 yılda kangrenleşmiş tüm sorunları ve bu sorunlara panzehir olabilecek soldan çözümleri konuştuk.
***
Yazar Ünal ÖZMEN: Eğitimde ticarileşme tarikatları getirdi
Neoliberalizmin kamusallıkla, İslamcıların ise kamusallığın ideolojisi laiklikle sorunu vardı. İlk olarak, eğitim ile kamusal fikirlerin filizlendiği okullara saldırdılar.
Son 20 yılda eğitim sisteminde nasıl bir dönüşüm gerçekleştirildi?
Eğitimin 20 yılda geldiği noktayı görebilmek için eğitimin nihai işlevine bakmak gerekir: Toplumsal mutluluk, yaşam kalitesi, birlikte yaşama arzusu, toplumsal rol dağılımı, dikey hareketlilik ve dayanışma gibi bireysel ve toplumsal iyiliğe etkisi gözlenebilir sonuçlar eğitimin durumu hakkında genel bir bilgi verir. Aynı olgulara belli bir tarih arlığında genç nüfusa baktığınızda ise kesin bilgi elde edersiniz. O nedenle kimi sosyologlar, gençliği Sessiz, Aile Odaklı (Baby Boomers), X, Y, Z kuşağı olarak kategorize ederken 20 yıl aralığını kullanır. Bireyin hangi donanımlarla ve ruh haliyle topluma katılacağı, büyük oranda bu sürede aldığı eğitime bağlıdır.
Türkiye’de son kuşak hayata, 20 yıllık kesintisiz İslamcı iktidar tarafından hazırlandı. İslamcı iktidarın hayatının her anına dokunduğu bu genç grubunun işsizlik oranı resmi genel işsizlik oranının iki katı (yüzde 24). Aynı yaş grubunda kadın işsizlik oranı yüzde 29.8. Eğitim ve iş hayatında yer almayan genç kadın oranı ise yüzde 33,6’dır. Rakamların, küresel ortalamanın iki katı olmasının kuşkusuz başka yapısal nedenleri var. Fakat o nedenleri ortadan kaldıracak değer ve tutum yoksunluğunun eğitimle doğrusal ilişkisini göz ardı etmemek gerek. Son 20 yılda eğitim, skolastiğin yöntemlerini uygulayarak sistemin ürettiği sosyal problemlerin nedenlerinin fark edilmesini engelleyecek zihinsel dönüşümü gerçekleştirmeye çalışıyor.
Bir tarih vermek gerekirse sürecin başlangıç noktası sizce ne zamandı?
Ekonominin neoliberalleşmesi 1970’li, siyasal yapının ele geçirmesi 1980’li yıllara dayanır. Türkiye’de siyasal alan 1980 darbesiyle ele geçirildi. Fakat toplumsal dönüşüm aynı hızda olmadı. 12 Eylül faşizminin kamusal alandan uzaklaştırdığı siyasi parti ve örgütlerin bir süre sonra kamusal alana yeniden dönmesi (Kapatılan partilerin tekrar iktidara gelmesi, kapatılan kamu çalışanları derneklerinin sendikalaşarak sahaya inmesi vb.) neoliberal politikalara verilen tepkiydi. Bu, daha radikal bir müdahaleyi gerektirdi. Direnişi kırmak, daha yavaş ve güç değişen sosyal hayatı dönüştürmek üzere, başka değer ve fikirlerin yaşamına müsamaha göstermeyen İslamcılar 2002’de sahaya sürüldü. Neoliberalizmin kamusallıkla, İslamcıların ise kamusallığın ideolojisi laiklikle sorunu vardı. Bu ikilinin herhangi bir toplum tasavvuru yok. O nedenle ilk olarak, toplumsal kurum olan eğitim ile kamusal fikirlerin filizlendiği okullara saldırdılar.
Eğitimde ticarileşme ve özel okullar nasıl bir sistem ortaya çıkardı?
Eğitimin ticarileşmesi, devletin kamusal hizmet ve fikirlerden uzaklaşması kadar, hizmet sektörüne kayan sermayeye sürdürülebilir yeni bir yatırım alanı açılmasıyla ilgilidir. İslamcılar için ise eğitim hem örgütlü yayılma hem önemli bir meşruiyet alanıdır. Bunu onlara Fethullah Gülen öğretti. İslamcılar, eğitimin ticarileşmesini hararetle savundular. Çünkü okulların özel girişimcilere açılması, ticaretini yaptıkları öğrenci yurdu ve eğitim materyali gibi eğitimin temel girdilerinin pazarlanmasını tartışma dışı bırakıyordu.
Özetle söylemek gerekirse özel okul, genel okulun karşıtıdır. Satın alma gücüne sahip olanları olmayanlardan ayırmak için zenginlere tanınan ayrıcalıktır; daha açık ifadeyle ayrımcılıktır, bölücülüktür. Özel okullar sınıfsal, sosyal ve kültürel alanda ikili bir yapının oluşmasına hizmet ediyor. Yoksul aile çocukları imam hatiplerle, çıraklık merkezleri ve açık liseler arasında tercihe zorlanırken ticari okulları özgür okul seçimi olarak görenleri, kamusal eğitimin ve okulun özgürleşmesi mücadelesine davet ediyoruz.
***
Eğitimci Nejla DOĞAN: Eğitim hakkı yeniden tanımlanmalı
Ensar, TÜRGEV gibi gerici vakıflara, il ve ilçe milli eğitim müdürlükleri ile protokol imzalayan gerici derneklere ve özel okullara kaynak aktarımına son verilmesi bütçeyi yaratacaktır.
Protokollerden imam hatipleşmeye, eğitimde dinselleşmenin sonuçları neler oldu?
Bugün ortaokulların yüzde 20’sinden fazlasını imam hatipler oluşturuyor. Keza lise düzeyindeki okulların da yaklaşık yüzde20’si imam hatip. Biliyoruz ki bu okullara devam eden öğrencilerin çok büyük kısmı, yakın çevrelerinde başka bir okul türüne ulaşamadıkları için bir dayatmayla karşı karşıyalar. Bunun anlamı; milyonlarca çocuğun kendi istekleri dışında yoğun bir dini eğitime ve bu dinselleşmeden beslenen cinsiyetçi, mezhepçi, gerici içeriklere maruz kalmasıdır. Üstelik imam hatipleştirme politikası sadece imam hatiplerle sınırlı değil. Zorunlu din dersleri, öğrencilere seçme şansı tanınmadan atanan “seçmeli” din dersleri, müfredatın tümüne yayılmış dinsel propaganda, diğer okul türlerini de imam hatibe dönüştürüyor. Vakıf ve dernek adı altında MEB’le protokol imzalayan tarikat/cemaat uzantılı kuruluşlar ise düzenledikleri yarışma, seminer, gezi vb. etkinliklerle, dağıttıkları kitap ve broşürlerle okullarda kendilerine gittikçe daha fazla alan açıyor. Bu durum, okuldaki kamu otoritesinin doğrudan gerici kurumlarla paylaşılması, MEB’in görevlerinin bir kısmının bu kurumlara devredilmesi anlamına geliyor. Dahası kamu kaynakları da, sayısını asla tam olarak bilemeyeceğimiz bu protokoller aracılığıyla tarikat ve cemaatlere aktarılıyor.
Eğitim üzerindeki bu dinsel tahakkümü temellendiren en önemli düzenleme 4+4+4 yasası. 8 yıllık kesintisiz eğitime son veren bu yasa sonucunda bugün ortalama örgün eğitim süresi 7 yıla kadar geriledi ve tüm kademelerde okullaşma oranı hızla düşüyor. Öğrenciler devlet eliyle okullarından ayrılıp medrese, hafızlık okulu gibi gerici kuruluşlara gitmeleri için teşvik ediliyor, tarikat yurtlarına yönlendiriliyor. 1,5 milyonu aşkın kız çocuğu örgün eğitim süreçlerinin dışına itilmiş ve “evlilik” adı altında istismara açık hale getirilmiş durumda. Okulda olması gereken milyonlarca çocuk işçileşmiş durumda… Dolayısıyla siyasal islamcı ideoloji, en çok da toplumun en savunmasız kesimi olan çocukların hayatını karartıyor.
Eğitimde çözüm odaklı acil ve uzun erimli politika ve talepler sizce nelerdir?
İçinde bulunduğumuz ekonomik yıkım koşullarında özellikle yoksul çocukların eğitime erişimi gittikçe zorlaşıyor. Bu nedenle acilen ihtiyaç duyan ailelere okul masrafları için nakit desteği yapılmalı, başta dezavantajlı bölgeler olmak üzere öğrencilere okula ücretsiz ulaşım hakkı tanınmalı, barınma ihtiyacı olanlara ücretsiz kamusal barınma olanağı sağlanmalıdır. Öğrencilerin okulda en az bir öğün yemek ve içme suyuna erişimi sağlanmalı, çalışmak zorunda kalan öğrencilere okula devamları için karşılıksız burs verilmelidir. Muhtemelen iktidar bunları yapabilecek bütçenin olmadığını söyleyecektir. Ancak Maarif Vakfı, Ensar, TÜRGEV gibi gerici vakıflara, il ve ilçe milli eğitim müdürlükleri ile protokol imzalayan gerici derneklere ve özel okullara kaynak aktarımına bir an önce son verilmesi yeterli bütçeyi yaratacaktır.
Daha uzun erimli düşünürsek; eğitim hakkı güçlü bir şekilde tanımlanmalı, bu hakkın çocuğun dezavantajlarını elimine edecek şekilde hayata geçirilmesi sağlanmalıdır. Örneğin çocuğun eğitime erişimi için ulaşım, barınma, beslenme gibi bütünleyici sosyal haklarla, çocuğun zorla evlendirilmekten ve çalıştırılmaktan alıkonulması gibi koruyucu haklar mutlaka eğitim hakkı içinde yer almalıdır. Bunu sağlayabilecek olan, laiklikle çerçevelenmiş planlı kamucu politikalardır. Tarikat yurdu, medrese, özel okul vb. kuruluşlara ilişkin kararlı bir kamulaştırma politikasıyla eğitimdeki dinselleşme ve özelleştirme süreci hızla tersine çevrilebilecek; derslik, barınma, beslenme, öğretmen açığı gibi sorunlar için kısa sürede kaynak yaratılabilecek; gerici politika ve kurumların eğitim üzerindeki tahakkümüne son verilebilecektir.
***
Akademisyen Gülbiye YENİMAHALLELİ YAŞAR: Sağlık sistemi çalışanların omzunda
Sağlık emek gücünün nitelik ve niceliği gözetecek biçimde planlanıp istihdam edildiği, ilaç üretimi ile diğer teknolojik ürünlerin üretimini destekleyen bir sistem oluşturulmalıdır.
Türkiye’de şehir ve özel hastaneler merkezinde yaşanan dönüşümün sağlık sisteminde yarattığı sonuçlar neler oldu?
Türkiye’de 2003 yılında yürürlüğe giren Sağlıkta Dönüşüm Programı (SDP), hastaneler de dahil olmak üzere sağlık sistemini bütün boyutları ile dönüştürmüştür. 1980’den sonraki neoliberal yapısal dönüşümün bir uzantısı niteliğindeki bu dönüşüm; kamusal birinci basamaktaki sağlık ocağı sistemi yerine birinci basamağın özelleştirilmesi yaklaşımına uygun bir aile hekimliği sistemini, kamu hastanelerinin yeniden organize edilerek idari ve mali özerklik hedefi ile işletmeleştirilmesini, sağlık personelinin istihdam biçimi ve ücretlendirilmesinde sözleşmeli ve performansa dayalı tercihlerin gündeme gelmesini, sağlık hizmetleri finansmanının birçok kullanıcı katkısı ve tamamlayıcı özel sağlık sigortası ile birlikte genel sağlık sigortası ile sağlanmasını getirmiştir.
Bu dönemde sistemin koruyucu sağlık hizmetleri boyutu zayıflamış, hastaneler ön plana çıkmıştır. Türkiye 2019 yılında toplam sağlık harcamaları içerisinde yüzde 52’lik pay ile OECD ülkeleri arasında en yüksek hastane harcaması yapan ülke konumuna gelmiştir. OECD ortalaması yüzde 39’dur. Koruyucu hizmet sunumundan sorumlu Sağlık Bakanlığı (SB)’nın 2023 bütçesinin yüzde 70’i tedavi edici hizmetlere ayrılmıştır. SB bütçesinde tedavi edici hizmetlere ayrılan kaynağın neredeyse dörtte biri şehir hastanelerine kira ve hizmet alım bedeli olarak ödenecektir. Üstelik bu oran yıllar içerisinde artacaktır.
2002-2020 döneminin en dikkat çeken yanı, özel hastane ve özel yatak sayısındaki artıştır. Aynı dönemde hastane sayısı yüzde 33, hastane yatağı sayısı yüzde 53 oranında artmış iken, özel hastane sayısı iki kattan, özel hastane yatakları sayısı dört kattan fazla artmıştır. Bu dönemde özel sektörün hastaneler içindeki payı yüzde 36’ya, özel hastane yataklarının payı ise yüzde 21’e ulaşmıştır. Daha yüksek kazanca sahip yoğun bakım yataklarında özel sektörün payı yüzde 36’ya çıkmaktadır. Asıl dikkat çekici bulgu özel hastanelere yatan hasta sayısı ile özelde ameliyat olan hasta sayısındadır. Aynı dönemde bu sayı 6,4 kat artmıştır. Bu artış SB hastaneleri için sırasıyla yalnızca 1,3 ile 1,5 kattır. Özel hastane hizmetlerinin Sosyal Güvenlik Kurumuna (SGK) maliyeti başvuru başına kamu hastanelerindeki maliyetin iki katıdır. Bireylere maliyeti ise SGK’nin bir hizmet için yaptığı harcamanın üç katına kadar artmakta, ancak çoğu durumda daha fazlası olabilmektedir.
Şehir hastaneleri ayrı bir hikayedir. Kamu-özel işbirliği ile inşa edilen şehir hastaneleri kamuya yüksek maliyetler yüklemektedir. Yönetimde çift başlılık, yatak başına kapalı alanın fazlalığı, bölümler arasındaki mesafenin uzaklığı, hastanelerin tasarımı, acil hastaların şehir hastanesine yönlendirilmesi sağlık çalışanlarının çalışma koşullarını zorlaştırmakta, personel eksikliği ve diğer sistemsel sorunlar iş yükünü daha da ağırlaştırmaktadır. Hastanelerin şehrin dışında veya merkeze uzak bölgelerde yapılmış olması, hastanelere ulaşım güçlüğü yaratarak bazı hasta kategorileri için hizmetlerin aksamasına neden olmaktadır.
SDP ile hastaneler sağlık hizmet kullanımının yoğunlaştığı kurumlar olmuştur. 2019 yılında Türkiye’de kişi başına hekime başvuru sayısı 9,8’e ulaşmıştır ve bu başvurunun üçte ikisi hastanelere yapılmaktadır. Kişi başına hekime başvuru sayısının OECD ülkelerinde 6,8 olduğu dikkate alındığında, Türkiye için “kışkırtılmış” bir sağlık hizmet talebinin varlığı ciddi bir tartışma konusudur. OECD ülkeleri ile kıyaslandığında nüfus başına düşen hekim sayısının yarı yarıya hemşire sayısının ise dörtte bir oranında olduğu göz önüne alındığında, sağlık çalışanlarının ağır yükü daha net bir biçimde ortaya çıkmaktadır. Bu yük ödüllendirilmek yerine sağlık çalışanlarına düşük ücret, performansa dayalı ek ödemeler ve “şiddet”; yurttaşa ise aylar sonrasına verilen randevular ve ameliyat tarihleri olarak geri dönmektedir.
Sistem performansına genel olarak bakıldığında ise OECD ülkelerinde Meksika’dan sonra en kötü bebek ölüm hızı ve anne ölüm oranlarına sahip, adil bir sağlık finansman sistemi kuramayıp sağlık hizmetlerine erişimin prim ödeme koşulları ve kullanıcı katkıları ile mümkün olabildiği, ihtiyaç duyulan sağlık hizmeti yerine sağlık uygulama tebliğinin içerdiği hizmetler için güvence sağlayan, büyük oranda sağlık çalışanlarının omuzlarında taşınan bir sistem yaratıldığı görülmektedir.
Sağlığın eşit ve hak dahilinde ulaşımı için atılması gereken kısa ve uzun erimli adımlar sizce nelerdir?
Kısa vadede atılması gereken ilk adım, birinci basamağın hızla yeniden yapılandırılarak sevk sisteminin devreye sokulmasıdır. İkinci adım, SGK’nin özel hastanelerden hizmet alımını durdurması, şehir hastaneleri modelinin kamu yararı gözetilecek biçimde yeniden düzenlenmesidir. Uzun erimde ise kamusal, dayanışmacı ve eşitlikçi bir yapıya sahip; ücretsiz, erişilebilir ve nitelikli hizmet sunan bir sistem kurulmalıdır. Finansmanın hem gelir hem servetten alınan artan oranlı vergilerle finanse edildiği, birinci basamak odağında örgütlenen, sağlık emek gücünün nitelik ve niceliği gözetecek biçimde planlanıp istihdam edildiği, yerli aşı ve ilaç üretimi ile diğer teknolojik ürün ve malzemelerin yerli üretimini destekleyen bir sistem oluşturulmalıdır.
***
Doktor Güray KILIÇ: Aile hekimliği yerine entegre sevk sistemine geçiş olmalı
Yurttaşların ödemek durumunda olduğu ölçüsüz ilave ücret bedeli vatandaşı önemli hastalıklarında borçlandıracak, adeta ev sattıracak düzeye gelmiş durumda.
Sağlıkta reform adıyla başlayan süreç nasıl bir dönüşüm yarattı?
Adalet ve Kalkınma Partisi’nin 2002 yılında Sağlıkta Dönüşüm Programı adıyla başlattığı ve sağlıkta reform yaptığını iddia ettiği düzenlemeler bugünlerde yirminci yılını doldurmak üzere. AKP, bu programı o dönem iddialı biçimde sağlık hizmetlerinde yaşanan tıkanmaya çare olarak önermişti. Sağlıkta Dönüşüm Programı, sağlığın finansmanında prim esaslı genel sağlık sigortasını, birinci basamakta sağlık ocağı modeli yerine yeni bir tür özelleştirme modeli olan Aile Hekimliği Sistemi’ni, kamu hastanelerine işletmeleştirmeyi ve performans sistemini getirmiş; özel sağlık sektörünü de GSS kapsamındaki hastaları yönlendirip, yeni müşteri potansiyeli yaratarak ve doğrudan kaynak transferi ile geliştirmiştir.
AKP, vatandaşların önemli bir kısmının sigorta kapsamı dışında kaldığını ve sağlık hizmetlerine erişimde ciddi sıkıntılar olduğunu iddia ediyor; kamu sağlık hizmetlerinin hem birinci basamakta hem de hastaneler düzeyinde yetersiz olduğunu ve geliştirilmesi gerektiğini iddia ediyordu. Tüm yurttaşları kapsamak iddiasıyla kurulan prime dayalı sağlık finansman modeli olan genel sağlık sigortası sisteminde bugün yaklaşık 10 milyon yurttaşımız primini ödeyemediği için kapsam dışında; sağlık hizmetlerinden yararlanabilmek için Cumhurbaşkanı’nın himmetine muhtaç ve her yılbaşında Cumhurbaşkanı’nın yayımlayacağı ‘borç erteleme’ kararnamesini beklemek zorunda. Yoksa hastalanıp hastaneye başvurduğunda ‘müstehak değilsin’ yazısı ile karşılaşmakta ve hizmet alamamaktadır.
Pekala primini ödeyen yurttaşlar, kamu sağlık hizmetine kolayca ulaşıp; muayene randevusu, ameliyat ya da diğer işlemleri için randevu alabilmekte midirler? Maalesef bu sorunun yanıtı olumsuz. 20 yıl önce SSK hastanelerindeki kuyruklarını bugünlerde bile sürekli hatırlatarak neoliberal bir özelleştirme programını vatandaşa yutturanlar, programın tüm unsurlarıyla hayata geçtiği günümüzde telefon, bilgisayar başındaki dijital kuyruklara ne diyecekler acaba. Günler, aylar sonrasına verilen randevular, yetersiz malzeme nedeniyle yapılamayan ameliyatlar ve özel hastanelere mahkûm olan hastalar artık günümüzün gerçeği.
Sadece Genel Sağlık Sigortası primini ödemenin yeterli olacağı iddia edilmişti; oysa bugün prime ek olarak, hizmet alırken doğrudan SGK’ye ödenen katılım payları, ilacı alırken cepten ödenen fark ücretleri yurttaşlarımızı canından bezdirmiş durumda. Kamu hastanelerinde yetersizlik, malzeme eksikliği ve uzun bekleme süreleri nedeniyle özel sağlık kuruluşlarına başvurmak zorunda kalanların ödemek durumunda olduğu ölçüsüz ilave ücret bedeli de vatandaşı önemli hastalıklarında borçlandıracak, adeta ev sattıracak düzeye gelmiş durumda.
Şu anda çoğunda uluslararası sermayenin egemen olduğu özel hastane zincirleri ve şehir hastanesi adı altında inşaatı yapan müteahhit firmaları ve onların finansörü olan dış kreditörlerin insafına terk edilmiş olan kamu-özel işbirliği ile adı altında yapılmış ‘kamu’ hastanelerinin hâkim olduğu bir sağlık ortamı mevcut.
Bu program 20. yılın sonunda bir insan hakkı olarak her yurttaşın eşit ve adil biçimde erişebileceği kamusal sağlık hizmeti sunmak yerine ancak olanakları olanın kolayca erişebileceği özelleştirilmiş sağlık sistemi inşa etmiş durumda.
Sağlıkta eşit, adil bir dönüşüm için atılabilecek acil adımlar neler olmalı?
Tabii öncelikle paradigmayı değiştirmek ve önceliklerin ne olacağını belirlemek gerekli. Sağlığı kâr edilecek bir alan olarak görmeyecek, sağlık hizmetini metaya dönüştürmeyecek bir anlayış, paradigma gerekli. Sağlık, tüketim nesnesine dönüştürülmeyecek ve kışkırtılmış sağlık hizmeti talebi yaratılmayacak. Öncelik hastalandırmama da olacak ve kaynaklar bu hedef için ayrılacak. Bugün Sağlık Bakanlığı bütçesinin yaklaşık 1/5’i şehir hastaneleri denilen karadeliğe aktarılmaktadır. İlk yapılacak işlerden biri şehir ‘şirket’ hastanelerini kamulaştırmak ve bunlara ayrılan finansman, kira ve hizmet bedelleri konusunda şeffaflık sağlamaktır.
Aşırı artmış olan sağlık hizmeti talebinin nedenlerini ortaya koymak ve bunları çözmek için makul önlemler almak gerekli. Acil servislere kapasitesinin çok üzerinde yük getiren ve gerçekten acil müdahale edilmesi gereken hastaların hizmet almasını engelleyen bu durum sürdürülemez. Bu talebi, yeniden yapılandırılacak birinci basamak sağlık kuruluşlarında karşılamak gerekli. Özelikle büyük kentlerde bugün iflas etmiş olan aile hekimliği modeli yerine entegre hale getirilmiş, kamu hastaneleri ile bağlantılı, sevk sisteminin geçerli olduğu bir model oluşturmak gerekli.
Sağlık hizmetine prim borçları nedeniyle erişemeyen milyonlarca yurttaşımızı her yılın başında Cumhurbaşkanı’ndan gelecek af beklentisinden kurtaracak şekilde prim borçlarının temelli silinmesini sağlamak gerekli. Yine yurttaşlarımızın hastaneye başvururken ve ilaç alırken ödediği katılım payı ve ilaç fark ücretinden kurtarılması önemli. Bunlar için Sosyal Güvenlik Kurumu’nun sağlık fonunda yeterince kaynak mevcuttur.
Bunlar ilk elden atılması gereken acil adımların bir kısmı. Ancak bir yandan bunlar gerçekleşirken diğer yandan da neoliberal programın bir parçası olan bu piyasacı ve eşitsizlik üreten sağlık sisteminden vazgeçip, kamucu eşitlikçi bir sağlık sistemini kuracak gerçek reformları kurgulamak ve hayata geçirmek önemlidir.