Lafı dolandırmayayım; bu günlere gelinmesinde adına kanaat önderi/gazeteci denilen kimselerin büyük payı var ve şimdi onlar kenara çekilme hakkına sahip değil. Eğer yeni bir mücadele süreci başlayacaksa, özeleştiri yapmalı herkes. Panellerde, söyleşilerde kimle karşılaşsam hep mutsuz, umutsuz… Böyle günlerde başlar aydınların (Bu kimseleri aydın sananlara sözüm esasen) görevi. Zor anda rol almak, yol, yöntem göstermek; dayanışma içinde olmak, yoldaşlık etmek gerekir.
Elbet bir gazetecinin aydın olması ön koşul değildir. Gazetecinin görevi gerçeği aramak, toplumla paylaşmak ve meslek değerleri ölçüsünde bunu gereğince yerine getirmektir. Basın özgürlüğü sorunu buradan kaynaklıdır. İktisadi, siyasi koşullar uygun olmayınca, basın emekçileri güvencesiz çalışmaya mahkûm olur ve bu ortam savrulmayı kolaylaştırır. Önemli olan sağlıklı zihin yapısına sahip olmak, uygun tutumu zamanında takınmaktır. Seçim sürecinde ve hemen sonrasında aklımda kalan bazı noktalar var ki, bunu tam ortaya koyuyor…

Diyarbakır baro başkanı Tahir Elçi’nin ekranda ve sonrasında linç edilmesi önemliydi mesela. Dünyanın her yerinde ‘ifade özgülüğü’ sınırlarında olan sözleri, neredeyse ölüm cezası getirecekti avukata! Sorun şu; devletin baskıcı olduğu günlerdeyiz ve çatışma iklimi alabildiğine sert. Gelgelelim, gazetecinin görevi evrensel ilkeleri korumak ve tartışma ortamını güçlendirmektir. Olmadı. Devlet korkusu ekran sahibini esir aldı. Burada sessiz kalmak, ileride yalnız olmak, daha büyük saldırılarda hakkını arayamamak demektir.

Bir diğer önemli örnek, gazetecilerin bir kısmının, siyasi partilerin içini tasarlamaya çalışması. Gezi sürecinde öne çıkan bir kanal; neredeyse milletvekili pazarlama aracı haline gelip, hiç de özelliği olmayan kimseleri yıldızlaştırdı. İktidar olmanın gücü ve şöhreti olduğu gibi, muhalif olmanın da var elbet. Bir tabanın konforlu muhalifi olmak kolay… Kutuplaşma bu olanağı sağlıyor. Üstelik seçim bitip, istenilen olmayınca; “hadi bana eyvallah” demek ayıpların en büyüğüdür.

Köşe yazarı ne bilge olmak zorunda, ne de aydın… Ama adil olmak zorunda! Eleştiri ve hakareti karıştırmak büyük ayıp! Bir köşecinin, mahalle ağzıyla, siyasi parti genel başkanına “defolup gideceksiniz” demesini anlamam mümkün değil. Her partinin yetkili kurulları var. Eğer elinizde bir bilgi, belge yoksa, sadece hakaret etmiş olursunuz, ki bu da elinizdeki gücü kötüye kullanmaktır. Eleştiri nedir, bilmek gerek…

Televizyon yıldızlarından, muhalefet önderi yaratmak bize mahsus… Doğrusu bizim memleketten kaynaklı bir durum bu. İnsanımız iki çift işine gelen söz işitince, hemen inanıyor karşısındakine… Biraz çaresizlik, biraz da kolaycılık bu! Daha önce ne yazdığına bakmadan, ne tür bir geçmiş düşünce dünyası olduğunu bilmeden birine hemen inanmak en hafifinden saflıktır. Tüm hayatını Ankara kulislerinde denge üzerine kurmuş kimselerden nasıl halk kahramanı olur ki!

Yetkili bir konuma gelince, sorumluluk üstlendiğiniz yayın organının genleriyle oynamak da bir başka mesele. Bazı gazeteler ideolojisiyle satış rakamından fazla değer taşır. Toplumsal yaşamda yeri vardır. Orayı bir market gibi yönetmek, derin yara açar toplumda. Bedelini birey olarak ödemeyeceğiniz durumlarda; okura, o yayın organına güven duyan ve gereksinim duyan tüm topluma haksız etmiş olursunuz…

Bir de cemaat kanallarıyla dayanışma halinde olma meselesi var. Burada da kafaların ne denli karışık olduğu ortada! Elbet bir yayın organı susturulamaz. İlkesel olarak bu kavga verilmelidir. Ancak neredeyse o organların tüm yayınlarına kefil olur gibi kendini yırtmak niye? Eğer bunca meraklıysanız bu işe, yayın yoluyla işlenen suçların da ortağısınız demektir. Kime, ne koşulda destek verdiğiniz kişiliğinizi ortaya koyar…

Bir gazeteci sorumluluğunu bilir, taşırsa yeter elbet. Kuşkusuz gazeteci ‘aydın’ da olabilir. Uğur Mumcu en özgün örnektir. Hem toplumsal/siyasal kavga vermiş, hem de gazetecilik görevini yapmıştır. Diyeceğim; gazetecinin meslek değerlerini sahip olması tek koşuldur. Bundan ötesi şart değil… Döneklik mesleğe dâhil değil mesela…

Eline kalem almamış, iki satır okumamış kimselere hak ettiğinden öte anlam yüklemek yanlıştır. Önüne geleni kolayca seven, sırtında taşıyan insanımız kendini sorgulamalı önce! Zoru görünce kuyruğu kıstıran, mücadele vermek gerekirken tüyen, hiçbir düşünsel birikimi olmadan (eğer varsa da kötüye kullanan) bu insanların pusulasına güvenmek niye?
Toplumun sevgisi ve ilgisiyle şöhret olan bu yalancı kahramanlar, aydınlanma önünde en büyük engeldir. Hem hakiki ‘aydın’ları gölgelemekteler, hem de umutsuz bir toplum yaratmaktalar. Bana “çözümünüz nedir?” diye soranlara yanıtım: “Sağlıklı teraziniz olsun ve kimi sevip, güveneceğinizi doğru seçin. Sormaya buradan başlayın…”