Seçim hengâmesinde pek konuşulmadı ama başka bir seçim sürecinin, yani 7 Haziran’dan 1 Kasım’a uzanan o kanlı günlerin en karanlık olaylarından birinin, 22 Temmuz 2015’te Ceylanpınar’da iki polisin evlerinde öldürülmesinin soruşturulduğu davada, 9 şüpheli hakkında verilen beraat kararı 16 Nisan’da onandı ve faili meçhuller dosyasına bir vaka daha eklenmiş oldu. Ceylanpınar, 7 Haziran sonrası sandıktan […]

Seçim hengâmesinde pek konuşulmadı ama başka bir seçim sürecinin, yani 7 Haziran’dan 1 Kasım’a uzanan o kanlı günlerin en karanlık olaylarından birinin, 22 Temmuz 2015’te Ceylanpınar’da iki polisin evlerinde öldürülmesinin soruşturulduğu davada, 9 şüpheli hakkında verilen beraat kararı 16 Nisan’da onandı ve faili meçhuller dosyasına bir vaka daha eklenmiş oldu.

Ceylanpınar, 7 Haziran sonrası sandıktan rejimin karakteriyle uyuşmayan bir sonuç ortaya çıktığında, yani iktidar partisinin tek başına hükümet kuramayacağı görüldüğünde sahnelenen kanlı oyunun perdelerinden biriydi. “Çözüm süreci” Suruç’la, Ceylanpınar’la, 10 Ekim’le bitirildi, ülke seçime katliamlarla, savaş atmosferinde ve bir korku tünelinden geçirilerek götürüldü. Sonrası mı? Sonrasını, yani 1 Kasım seçim sonuçlarını hepimiz biliyoruz.

Peki son bir haftada yaşadıklarımız 7 Haziran-1 Kasım arasının üç beş güne sıkıştırılmış bir versiyonu olabilir mi? Soruyu “evet” diye yanıtlamamız mümkün görünüyor. Tam da İstanbul’da seçimlerin tekrarlanıp tekrarlanmayacağı konuşulurken, önce 18 Nisan günü Milli Savunma Bakanlığı’nın yalanlama açıklaması yapmasını gerektirecek şekilde sosyal medyada “Şırnak’ta şehitlerimiz var” denilerek yoğun bir manipülasyon başlatılıyor, ardından ise 20 Nisan günü, yani sadece iki gün sonra Hakkari’de çıkan çatışmada dört asker yaşamını yitiriyor.

Çatışmadan bir gün sonra, yani 21 Nisan’da Bahçeli’nin partisinin il ve belediye başkanları toplantısında yaptığı konuşmada Erdoğan’ın Perşembe günü yaptığı ve bir tür uzlaşı mesajı olarak yorumlanan, CHP tarafından da olumlu karşılanan “Türkiye ittifakı” açıklamasına karşı “Türkiye İttifakı’ndan bahsetmek kafamızdaki soru işaretlerini çoğaltmıştır” şeklinde bir açıklama yaptığı saatlerde, Kılıçdaroğlu MHP’nin son derece güçlü olduğunun bilindiği bir yerde, Çubuk’ta, Hakkâri’de yaşamını yitiren askerlerden birinin cenaze töreninde linç edilmeye çalışılıyor ve ölümden dönüyor.

Bahçeli, yine aynı gün yaptığı açıklamada PKK ile işbirliği yapmakla itham ettiği Kılıçdaroğlu’nun Cumhur ittifakının yüzde yetmiş oy aldığı ve milliyetçi hassasiyetleri yüksek bir bölgeye gitmemesi gerektiğini söyleyen bir açıklama daha yapıyor, sorumluluğu Kılıçdaroğlu’na yüklüyor ve saldırıya sahip çıkıyor.

Saldırı sonrası yapılan yorumlarda Bahçeli’nin ve AKP içerisindeki bir kliğin, CHP yönetiminin de teşne olduğu Erdoğan’ın normalleşme hamlesine karşı ön almak için bir girişimde bulundukları yönünde yorumlar yapılıyor; ancak Erdoğan’ın tutumu bu yorumları boşa düşürecek bir şekilde gelişiyor.

Erdoğan 24 saat boyunca sustuktan sonra, yani 22 Nisan’da yaptığı açıklamada ne saldırıyı kınıyor ne de Kılıçdaroğlu’na “geçmiş olsun” dileğinde bulunuyor, bilakis “protestoların şiddete dönüşmemesi gerektiği” vurgusuyla olaya bakışını ortaya koyuyor.

Aynı günün akşamı ise Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı’ndan yapılan açıklamada “CHP Genel Başkanını seçim döneminde kullandığı dil ve kurduğu ittifaklar sebebiyle protesto eden vatandaşlarımıza terörist muamelesi yapılmasını asla kabul edemeyiz” deniyor ve Kılıçdaroğlu’na yumruk atan kişi hariç gözaltına alınanlar serbest bırakılıyor.

Tüm bunlardan çıkan sonuç mu? YSK kararı öncesi İstanbul’da seçimin tekrarı zorlanıyor, iktidar bloğunun unsurları birbirlerini tartıyor, toplumun ve muhalefetin nabzı tutuluyor, fayda-maliyet hesabı yapılıyor, ancak tüm bunlardan kesin bir sonuca varmak mümkün görünmüyor. Kararın ardından tabloyu çok daha net okuyabilecek, çok daha net şeyler söyleyebileceğiz.