Irmakta çocuklar kâğıttan kayıklarını yüzdürürken geliyor, çekiyor elimdeki kâğıttan kayığı. “Yadigâr, kardeşini yalnız bırakıp oynamaya mı geldin?” diyor. Yırtıyor kayığı. Bileğimden kavrıyor, sıkıyor, kolumu acıtıyor, çok, ama unutmak istiyorum

Çukur

ŞENAY EROĞLU AKSOY

Irmakta çocuklar kâğıttan kayıklarını yüzdürürken kahkahaları göğü çınlatıyordu.

“Yadigâr!” diye seslendi. “Yadigâr orada mısın?” Oradaydım. Kimselerin bilmediği hikâyemiz belki tamamlanır diye sese yürüyordum. Ağaçlar yaprak dökme mevsimindeydi, ayaklarım hışırtıya dolaşık. Irmağa doğru yürüdüm, onu görmemi engelleyen dalları kaldırdım, oradaydı işte, derin çukurun kenarında duruyor, bir bu yana, bir çukurun içine bakıyordu. Yanına gitsem, çukur derinleşip yutuverir miydi bizi? Ama ordaydı işte. Canım dedim, içimden, çukurun kenarında durana. Dikkatlice baktım. Saçları sanki daha çok ağarmış, ellerinin damarları iyice çıkmıştı; bu masmavi göğün altında çukurun ağzında mı duruyordu? Ayakları karanlık derinliğe toprak akıtacak kadar uçtaydı; korktum, yorgundu, dalları aralayıp ona doğru birkaç adım attım. Kendim seslendi bu defa; Yadigâr! Durduruldum. Arkamdaydı güvenli hayat. Düşünmediğim zaman her şey kolaydı, kendi yaşantıma dalıp unutup gidebiliyordum seslenişleri.

Sabah erkenden kalkıp, top top kumaşların üzerine kalıpları yerleştiriyor, sabunla çizdiğim kumaşları kesiyor, öğleden sonra makineye çekiyordum kestiklerimi. Oldu olmadı, overlok çekmemişsin ya içte kalan kumaş uçları ipliklenmiş, diyordum kendi kendime, teyeller atıyordum kestiklerimin üstüne, yorulunca pencereden gelip geçenleri seyrediyordum, mezuram boynuma asılı. Saçlarımı kısacık kesiyordum, şekilsiz, kadınlığımı unutayım diye. Karşı komşum uğruyordu ara sıra, konuşuyor, yapayalnız hissettiğimizde sevişiyorduk. Sırf kimsesizlikten, vücudumuz bir başka sıcağa dokunmayı bir anlık arzuladı diye; özlem dolu değil, utangaç, ancak son anlarda bu dünyadan kopmayı beceren sevişmeler. Ama kimsesizliğimiz hiç eksilmiyordu, bu sevişmeleri namus meselesi de saymıyorduk, değildi de… Şimdi böyle söğüdün ardından ona bakarken yeryüzündeki tüm acıları duyumsuyorum içimde, hiç hatırlayamadığım, uzun boyunlara asılı kalan özlem dolu sarılmaları. Ona baktıkça içime yağan karanlık yağmurları, yalnız benim bildiğim keder gölcüklerinde topluyorum, o gölcüklerin içinde nilüfer yok, bir tek kuş süzülmüyor yüzeyinden, üşüyorum. Sesliyorsun ya beni, içimdeki gölcüklerin buğusunda, puslu, görüşü net olmayan bir yerden bakmaktayım, varabilir miyim sana?

Irmakta çocuklar kâğıttan kayıklarını yüzdürürken geliyor, çekiyor elimdeki kâğıttan kayığı. “Yadigâr, kardeşini yalnız bırakıp oynamaya mı geldin?” diyor. Yırtıyor kayığı. Bileğimden kavrıyor, sıkıyor, kolumu acıtıyor çok, ama unutmak istiyorum. Eve yürüyoruz. “Bıktım” diyor o. “Bıktım.” Anneler kızlarının ömürlerinde hak iddia ediyor. Kapıyı geçip içeri giriyoruz. Babam saz çalıyor. Neyse, siniri geçti biraz; kayığın parçaları ırmakta, kayıklığını yitirmiş, yüzüyor. Saz çalıyor babam, kasketini alnına yıkmış; “Seviyor musun onu?” diyorum kardeşime, “Abla gel hadi, babamın altını değiştireceğiz” diyor. Yarın ırmağa gideceğiz babamla, söğüdün altına. Gazete kağıdından bir kayık yapacak bana, “Annene kızma, yoruluyor” diyecek. O saz çalarken kayığımı salacağım suya, usul gidişine bakacağım. Üzerindeki yazıları okurken, nazlı nazlı süzülecek kayık, biraz büyük olmuş, dengesiz yüzüyor bu yüzden, olsun. Kayığıma ad verdim: “Baba”.

Pantolon dikiyorum, makinem iğne kırıyor durmaksızın, ustayı çağırdım, baktı. “Artık çok güzel makineler var abla, onlardan alsana” dedi. Dinledim, ses etmedim. Baktım durup durup aynı şeyi söylüyor, “Olur, alırım” dedim. Mutfağa geçtim; tezgâhın üstünde bulaşık tabak, tencere… Bir bardak çay doldurdum ustaya. Yanına koydum. Biraz daha gömdü kafasını makineye, orasını burasını karıştırdı. “Tamamdır abla” dedi. “Pantolon dikiyordum, bozuldu,” dedim. Arkasına yaslandı. Duvardaki fotoğrafa bakıp parmağıyla işaret ederek “Baban mı?” dedi, duymadım. Konuşmadık, çayını içti. Kalın kaşları daha da ürkütücü gösteriyordu onu, bardağı makinenin üzerine bırakıp kalktı. Kapı önüne kadar arkasından yürüyüp parayı uzattım. “O ses” dedi parayı alırken, “Bir sen değilsin, herkesi çağıran biri var.” Şaşırdım. Arkasını döndü, topuğuna basılmış ayakkabılarını geçirdi ayağına, çıktı.

İçeri yürüdüm, perdeyi aralayıp uzaklaşmasını seyrettim garip, hırpani kılıklı ustanın.

“Yadigâr!” diye seslendi, “Yadigâr orada mısın?” Ordaydım.

Yazarın 2015 yılında YKY tarafından yayımlanan Gece Çığırtkanları isimli kitabından bir öykü