Cumartesi Anneleri’ne…

Çerçeve (örn; televizyon) içindekini, bir gerçeklik alanı olarak dayatan iktidar kendi dışında kalan evreni de kendi parçası yapmaya çalışıyor, beceremezse kendi gibi olmayanı terörist ya da terörün kılıfı olarak görüyor. İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, kayıplarının ardından 700 haftadır direnişte olan ‘Cumartesi Anneleri’ hakkında: "700. gösterilerini yapmak istediler, izin vermedik. Doğrudur. Çünkü artık bu istismarın ve kandırmacanın son bulmasını istedik. Ne yapsaydık yani, anneliğin terör örgütü tarafından istismar edilmesine, anneliğin teröre kılıf yapılmasına göz mü yumsaydık?" dedi.

Oysa hiçbirinin Cumartesi Annelerini, bir kerecik ziyaret etme cesaretleri yoktu, yüzleri yoktu, yıllardır bütün iktidar olanakları ellerindeyken kanlı tarihin hesabını ortaya dökme istekleri yoktu. İşlerine de gelmiyordu. O yüzden bazı hanımefendilerin ve bazı beyefendilerin “Cumartesi Anneleri’nin acısını anlıyorum,” demeleri yetmiyor.

Çerçeve; (Farsçada dört çubuklu anlamına geliyormuş, Ekşi Sözlük) resim ya da fotoğraf koymak için bir malzeme olduğu kadar, aynı zamanda çerçevelenmiş bir sanat eserinin içinde ve dışında kalanları üzerinden baktığımızda, temanın bir parçasıdır da. Çerçevede bir statüko var, tamamlanmışlık, sınırlanmışlık var ve katı.

‘Kış Bahçesinden Fotoğrafa’ Bir Roland Barthes Yolculuğu adlı kitabında A. Tufan Palalı, Bazin ve Bresson’dan alıntı yaparak bu konuya girmiş: Sinema kuramcısı Bazin’e göre çerçeveden çıkan oyuncu, izleyicinin zihninde filmin içinde var olmaya devam eder. Çerçeve, uzayı içeri doğru kutuplaştırır, ekranın bize gösterdiği her şey, tersine, evrene sonsuzca uzanır gibidir… “Çerçeve merkezcildir, ekran merkezkaç. Diğer kuramcı Bresson’un aktardığı şu anlatı çerçeve dışının önemini vurguluyor: “Geçen gün Notre Dame’ın bahçesinden geçerken bir adamla karşılaştım. Adam arkamda benim görmediğim bir şey gördü ve birden gözleri parladı. Eğer onun görüp, koştuğu kadını ve çocuğu aynı anda görmüş olsaydım, bu mutlu yüzü beni öylesine etkilemezdi; belki dikkate etmezdim.”

Bresson, kafasını geriye dönmedikçe aynı anda hem adamı hem de kadını ve çocuğu görme olasılığı yok. Bir yerde görme açısının/çerçevenin dışında kalan diye de adlandırabileceğimiz arkadaki alan-dışı: zihnimizde hep devinimi devam eden, tamamlanmamış, sınırlanmamış ve akışkan olacaktır. İmgesini yaratacak ve üretecektir. Hayat da böyle değil midir?

Bu alan-dışına bir sanat yapıtında karşılaştığımız zaman, o yapıt izleyene başka türlü bir evren de tasavvur edebileceği boşlukları açar. Dolayısıyla okur/izleyen yalnızca gösterilenle kalmaz, “Her yalnız düşçü, gözlerini yumduğunda sesleri başka türlü duyduğunu bilir,” (Uzamın Poetikası, Gaston Bachelard) misali farklı yolların da yolcusu olur.

Dedik ya, bu yaşamın ta kendisidir diye. Çerçevenin içine çekemedikçe, merkezileştiremedikçe iktidar için alan-dışı hep rahatsız edici olacaktır. Çünkü alan-dışı yalnızca zihinsel bir eylem biçimi değil, insanı eyleme taşıyan bir alandır da. Düş derken! Çocuklarına -artık kemiklerine- kavuşabilmek için sahici bir şekilde 700 haftadır eylemde olan analar: hem gözlerini yumduklarında evlatlarının seslerini duymalarını, kokularını hissetmelerini sağlayan, onları ana belleyen, hiç yalnız bırakmayan ziyaretçilerinden güç alıyorlar, hem de çocuklarımızın geleceği adına, çocuklarımız kaybolmasın diye Galatasaray Meydanı’nda oturuyorlar. Uğraşmayın beyler, onları çerçevenin içine koyup merkezileştiremezsiniz.