Aslında erkler ayrılığının ortadan kaldırılması başta olmak üzere, AKP iktidarında basın özgürlüğünün çiğnenmesi, torba yasalar, keyfi düzenlemeler çıkarılması, yargı sürecine müdahale, laiklikle oynanması gibi anayasal düzenin dışına çıkıldığı durumlar çok. Cumhurbaşkanı seçildikten sonra Erdoğan’ın, tarafsız olacak yerde hem parti başkanı hem de hükümetin başı gibi davranmaktan kaçınmadığı da görülüyor. Kısacası beş-altı gün önce Rize’de yaptığı konuşmada yalnız hedefini değil, fiilen başkanlık sistemine geçildiğini açıklayan sözleri bu anlamda çok şaşırtıcı değil.


“İster kabul edilsin ister edilmesin, Türkiye’nin yönetim sistemi bu anlamda değişmiştir. Şimdi yapılması gereken bu fiili durumun hukuki çerçevesinin yeni bir Anayasa ile netleştirilmesi, kesinleştirilmesidir. Hem buna engel olup hem de ‘Cumhurbaşkanı her şeye karışıyor’ demek, yağmur altında yürürken ıslanmaktan şikayet etmekten farksızdır.”


Söyledikleri kuşkuya yer bırakmayacak kadar açık. Yani, gönülden geçeni söylemek veya niyet ifade etmek gibi masumane bir tarafı da yok, bir beklentiyi ifade etmek gibi gelecekle ilgili bir konuşma da değil. Aksine başkanlık sistemi yağmur gibi kaçınılmaz bir durum, bizim de şemsiye almaktan başka çaremiz kalmamış! Yağmura benzettiği fiili durumu kendi yarattığına göre, demektir ki, Anayasa’yı ve yasaları istediği gibi yorumlama hakkı var; bu hakka dayanarak anayasal düzeni istediği yönde değiştirebilmekte! Bize de, bu filli duruma hukuki bir çerçeve kazandırmak görevini veriyor!


Şimdi, yaratılan bu fiili duruma “sivil darbe “denmez de ne denir? Askeri darbe yapıp anayasayı rafa kaldırmakla, seçimle gelmeyi dayanak yapıp anayasa dışı bir rejimi dayatmanın farkı ne? Bu nedenle, kimi anayasa hukukçuları, Erdoğan’ın söylediklerini anayasa ihlali olarak değerlendirip Anayasa’nın 105. Maddesi’ni harekete geçirmekten söz ediyorlar. Kimileri, “anayasal sistemi bilerek ve kabul ederek seçime girdin” gibi, Erdoğan’ı hukuka ve basirete davet etmeye girişiyorlar.


Oysa Erdoğan’ın, söylediklerinin ne anlama geldiğinin farkındaolduğundan kuşku yok. Aksine, uygulamalarından sonra söyledikleriyle de, anayasal düzene ve yasalara açıkça “meydan okumayı” seçtiğini düşünmek daha doğru olur. Meydan okuyor; çünkü, yalnız Cumhurbaşkanı olarak seçilmiş olmakla değil, karşısında buna dur diyecek bir muhalefet gücünün olmaması nedeniyle de pervasızlığının işe yarayacağını, en azından siyaset dünyası ve kamuoyunda daha görünür, konuşulur bir durum yaratacağını hesaplamakta. Bugüne dek hep öyle yapmadı mı? Öte yandan yaşadığınız kaos ortamını ve güvensizliği kullanıp, istikrar ve güven için başkanlık kozunu kullanacağına da kuşku yok. 7 Haziran’a kadar süren çatışmasızlığın birden sona ermesi, terörün ve cenazelerin geri gelmesi, Güneydoğu’da güvenin ortadan kalkıp “özel hale” geçilmesi karşısında bunları da düşünmek gerek.


Tabii bu başkanlık sistemi arayışının arkasında, yalnız Erdoğan’ın iktidar sevdası değil, inşa etmek istedikleri toplum modeli de önemli bir etken. Bugün, bir yandan Suriye ve IŞİD’le uğraşırken, öte yandan terör ve çatışmalar yeniden hortlamışken hukuktan eğitime uzanan toplumsal yapıdaki dönüşümleri kenara itmiş olabiliriz. Oysa, Yeni Türkiye söylemi altında yeni bir toplum düzenine doğru atılan adımlarla toplumsal yapıda da fiili bir durum yaratıldığını unutmamak gerekiyor. Hukuktan eğitime uzanan bu adımların Anayasa’nın ikinci maddesinin getirdiği ilkelerin ihlali anlamını taşıdığı açık; ne hukuk devleti, ne laiklik ayakta! Şimdi, inşa etmeye başladıkları siyasal ve toplumsal düzenin kalıcılığını ve ileriye gitmesini garanti altına almak istemekteler ki, Erdoğan’ın başkanlığı bu açıdan da önemli.


Medyadaki taraftarlarının da pervasızlıkları artmakta. Örneğin Barlas’a göre hem fiili başkanlık hem parlamentarizm birlikte olamayacağından, bu durumu düzeltmek için “kifayetsiz muhterisler yeni bir anayasa yapmak üzere uzlaşma yerine klozetlere“ takılıyorlarmış! Muhterisin “kifayetlisinden” neler çektiğimizi düşünürsek, muhterisler varsın kifayetsiz olsun diyeceği geliyor insanın ama “iyilerin de kötüler kadar cüretkâr olması gerektiği” zamanlarda olduğumuzu unutamıyoruz.


Ne yazık ki, bugün ne parlamento, ne sivil toplum, ne de halk bu sivil darbeyi durduracak bir direnç gösterebiliyor. Bazı engellerden söz edilebilir; ancak Erdoğan’ın CHP ile “kedinin fare ile oynadığı gibi” oynadığını söyleyenler var ki, oldukça haklılar. HDP’yi, toptan silmeye niyetlendiğini söylemek de abartı olmaz. Dolayısıyla, demokratik ortamda pek akla yakın dolmasa da, Türkiye’nin bugünkü koşullarında ve bu kadar açıkça meydan okuyan Cumhurbaşkanı’na karşı, onlara “ya kazan ya kaybet” seçeneğinden başka yol görünmüyor gibi. O nedenle, bu sivil darbeye karşı, “karşı ve güçlü bir muhalefeti” örgütleyebilmeleri önem taşımakta. Bunun için de, anketlere değil, akil insanlara ve cesur fikirlere ihtiyaçları var; daha risk alıcı politikalara gitmeleri gerektiği de ortada.