Adının yarısını aldığım dedemi, babamın babası Ömer Lütfi’yi hiç tanımadım. Babam da tanımış sayılmaz. Dedem 1934 yılının 2 Ekim’inde, 30’lu yaşlarında, Sivas Devlet Hastanesi’nde guatr ameliyatından 8-10 saat kadar sonra kan kaybından ölüp yetim kaldıklarında, babam 5, amcam 11 yaşındaymış.

Babaannem Fitnat Hanım’ı çok iyi tanıdım ama… Genç yaşta dul kalmış, üvey babaları olmasın dediği yetimlerini bin bir sıkıntıyla tek başına yetiştirmiş, dahası biz torunlarını da büyütmüştü.

Ortakçıdaki dört parça tarladan gelen ve kocasından kalan dul maaşıyla iki çocuğun sofrasına ne koyacağını dert etmişti her halde. Ancak, iki yetimini okutmayı benim iki oğlumu okutmayı dert ettiğim kadar dert etmediğini biliyorum.

Babamın, amcamın okuduğu memleketin o yoksulluk yılları, devletin okuyabilenin okumasının önündeki kapıları açtığı zamanlarmış. Yetimlerden küçüğü olan babam ilkokul öğretmeni olmuştu. Amcam, yüksek öğretmen olup İngilterelere falan da gitmiş, ülkenin fotoğraf alanında önde gelen isimlerinden biri olmuştu.

Ve babam da, bir ilkokul öğretmeni maaşıyla biz dört çocuğunu okuttu. İyi okuttu.

Dedenin, babanın, amcanın ve de senin cumhuriyetle ne ilginiz var mı diyorsunuz? Cumhuriyet tam da buydu işte!

Babamı ve amcamı okutan dul Fitnat Hanım değildi yalnız başına. Bugünün koşullarında dört çocuğu okutmaya babamın da gücü yetmezdi. Onların yanında cumhuriyet vardı! Okuyup bir baltaya sap olmayı sadece paraya bırakmayan bir yönetim…

Ben de, memleketin adları “kolej” de olan en iyi okullarında, memleketin en yoksul çocuklarıyla birlikte okudum.

Fakir Baykurt, en önemli romancılarından bu memleketin, sadece adı “fakir” değil kendi de fakir bir köy çocuğuydu. Onun okuduğu Köy Enstitülerinde o kadar çok “kimsesiz” çocuk okuyup “büyük adam” oldu ki! Kimsesiz çocuklar, kimsesizlerin kimsesi olmaya çabalayan bir Cumhuriyet’in kol kanat gerdiği kurumlarda yeni hayatlar kurabildiler kendilerine.

Cumhuriyeti; “asıl olarak kimsesizlerin kimsesi” diye tarif ettiği söylenen Mustafa Kemal Atatürk, “Cumhuriyet yeni ve sağlam esaslarıyla Türk milletini emin ve metin bir istikbale koyduğu kadar, asıl fikirlerde ve ruhlarda yarattığı güvenlik itibariyle büsbütün yeni bir hayatın müjdecisi olmuştur.” demişti.

O güvenlik duygusu yok şimdi. En yoksul günlerinde en yoksul çocuklarını okutabilen cumhuriyet, dünyanın en güçlü ekonomilerinden biri olduğunun ilan edildiği bu günlerde, sadece parası olanın okuyabildiği, “fakir”lerin iyi okulları hayal bile edemeyip tarikat-cemaat kurumlarına terkedildiği, en parlak gençlerin “yeni hayat müjdesi”ni başka ülkelerde aradığı bir yer oldu.

Cumhuriyet, vatandaşlarının kaderini başka insan veya kurumların insafına terk etmemek demekti. Krallık ve sultanlıkların reddedildiği, egemenliğin kayıtsız şartsız millette olduğu bir yönetimin adıydı. Latince kökeni “res publica” kamusallığı ifade ediyordu. Ortak iyi ve yasaya dayalı olarak işleyen bir siyasal kurumdu cumhuriyetle kastedilen. Keyfilik ve yozlaşma arttıkça, halkın derdiyle dertlenmeyen bir yönetim hâkim oldukça, açız diyene “al keyif çayı iç” denildikçe cumhuriyet de ortadan kalkıyordu.

Cumhuriyet; eşitlik-özgürlük-kardeşlik ideallerinin içselleştirildiği, sosyal ve demokratik olabildiği kadar cumhuriyetti.

Cumhuriyetimizin ne kadar kimsesizlerin kimsesi, ne kadar demokratik olabildiğini tartışabiliriz. Ancak, yalnızca benim yaşadıklarımdan gelip şu son yıllara baktığınızda, cumhuriyet olmaktan gittikçe uzaklaştığımızın tartışılır bir yanı yok.

100. yılına doğru giderken, çok daha sıkı savunmamız gereken bir değer oldu Cumhuriyet!