AKP, Cumhuriyet düşmanı. Cumhuriyet düşmanında, insan kavramı da olmaz: Bunlar, kulluğa razı olmuş canlılardır.

Cumhuriyet dedik mi, hiç kimsenin kulu olmayı kabul etmeyip tarihin öznesi olduğunun bilincinde, bunun ahlaki yükümlülüğünü yükümlenmiş bir insandan bahsediyoruz demektir.

Bu Cumhuriyet düşmanları, globalleşme çağı kapitalizminin arayıp da bulduğu, hazır bulamadığında da icat ve imal ettiği/edeceği insan benzerleri: Bunlar bizler gibi iki ayak üstünde durup kravat ve güneş gözlüğü takan, hatta pantalonlarının altında belki külotları da olan biz-gibi canlılardır. Ama insan kavramına ulaşamadıkları için, bunlar için ‘vatandaş’ da hiçbir işlerliğe sahip değildir.

12 Eylül olur; Özal gibi bir ayakçının rehberliğinde, insanın kendi yurdunda kendi hayatı üzerinde söz sahibi olması yollarının önü kesilir; en başta da yüzde 10 barajı getirilir. Şerefli insanlar, bu alçaklıklara baş kaldırır: 35 yılda, faili meçhuller ve gözaltında kayıplarla birlikte 70 bine yakın insanımız yok edilir, milyonlarcasının da istikbal ve umutlarıyla birlikte; yüzde 80’i ‘etkisiz hale getirilmiş’ PKK’liler ve/ veya PKK’ye destek şüphelileri ve de onların bebekleri, çocukları, dedeleri ve nineleri olmak üzere; ama, yine de “kahrolsun, 40 bin insanımızın/bebek katili ‘İmralı canisi’!..”

Önce şunu bilelim: Oyun kurucu katiller, başta Kenan Evren olmak üzere 12 Eylül cuntacıları, onların akıldânesi Özal ve de onların kurduğu korsan kapitalizmini daha da derinleştiren, yüzde 34 oyla Meclis’in yüzde 66’sını kapatmaktan utanmayan hırsız uğursuz yüzsüzlerdir.

Neyse biz, insan/ vatandaş/ Cumhuriyet düşmanı canilere dönelim. ‘Kürt açılımı’, ‘barış/ çözüm süreci’ vb adı altında insanların en acılı noktaları üzerinden kendi mutlak/ sorgulanmaz/ keyfî iktidarlarını kurmanın peşine düşerler. Pek de aptal ve cahillerdir de; bir aralar ‘kardeşlik projesi’nden bile bahsederler, sanki ‘kardeşlik’ projeyle kurulabilir bir şeymiş gibi: Bunların en okumuşları bile, Amerikan çömezi PR şarlatanlığının en diplerinde dolaşır, yüksek akademik unvanlarla… Bu arada bir ‘barış/çözüm teknoloğu’ güruhu da ortlalığa düşer, fırsat bu fırsat diye: Barış öyle bir günde getirilecek bir şey değildir; yıllar sürer bu süreç –tabiî, kendilerinin uzmanlığında-; IRA’sından ETA’sına, Güney Afrikası’ndan Malezyası’na dünyadaki örnekleri sıralarlar ve de hem dünya, hem de Anadolu’da fink atarlar, hemen hepsi önce âkil ‘pompon kızlar’, daha sonra bazıları da milletvekili olarak ödüllendirilmek üzere.

Aslında hak da etmişlerdir böylesi ödülleri: Sivil siyasetin, insanların şu ya da bu ölçüde seslerini duyurup sözlerini dinletmesinin barışçıl yollarının önünü cuntacılardan da daha haince kapatmaktan başka amaçları olmayan darbenin çocuklarının, işte tam da bu amaç uğruna bir yandan sivil siyasetçileri itibarsızlaştırırken, diğer yandan da silahlı siyaseti muhatap almasını barış yolunda fedakârca ve cesurca bir atılımmış gibi pazarlayıp milyonlarca insanı boş beklentiler peşinde yıllarca oyalamalarında anahtar, hatta her kilide uyar maymuncuk rolü üstlenmek öyle az buz bir iş, karşılığı kolayca ödenebilecek bir hizmet değildir.

En temel vatandaşlık hakkı olarak eşit seçme ve seçilme hakkını elimizden alan yüzde 10 barajını, siyasal katılımı biat ve köleleşme şartına bağlayarak peşinen hadım eden siyasal partiler kanununu, ‘kasap köfte’ pankartı açmanın bile teröre destek diye değerlendirilmesine imkân veren TEM düzenlemelerini kaldırmak bir yana, ölümcül derecede hasta ve/ veya tek başına hayatını sürdüremez durumdaki mahpusların salıverilmesini bile pazarlık konusu yapan melûnlarla, değil barışa doğru yol almak, perakende limon alışverişi bile yapılamayacağı/yapılmaması gerektiği açıktır.

Gerisini daha sonra yazmak üzere, bugün şöyle bitirelim: Ulus-devlet, egemenliğin kaynağını gökyüzünden yeryüzüne indirmek açısından zorunlu bir momenttir; ama, somut/ gerçek toplulukların kendi hayatları üzerinde karar verme haklarını soyut bir ulus adına engeller hale geldiği ölçüde de, en karanlık hapishane.