Dünya savaşından öksüz-yetim çıkıp ziraat mühendisi olabilmiş Haydar dedem gibi, Tonguç’la Hasan Âli Yücel’in köy enstitülerinde okuyup öğretmen olabilmiş Hasan dedem gibi, katledilmiş ve kanı yerde kalmış onca aydınımız gibi, Ümit Kaftancıoğlu gibi Metin Göktepe gibi, Metin Altıok gibi, Cumartesi Anneleri gibi bir Cumhuriyet elitidir Muhsin Bey

Cumhuriyet eliti kimdir?

Onur Behramoğlu

AKP iktidarı kanun hükmünde kararnamelerle üniversiteleri tarumar etmeye soyununca, akademiye dönük yıkıcılığın izlerini sürmek için önce Niyazı Berkes’ten ‘Unutulan Yıllar’ı, sonra da İlber Ortaylı’dan ‘Zaman Kaybolmaz’ı tekrar okuma gereği duydum. Açık bir kütüphanede kitaplar arasında dolaşırken aradığınızdan fazlasını, hatta aradığınızla hiç ilgisi olmayan nice hazineyi bulur da ufkunuzu yeniden tayin edersiniz ya, tam da öyle etkiledi Berkes’le Ortaylı beni.

“Dil Tarih Coğrafya Fakültesi’nde Müjgan Cunbur Hoca’nın Osmanlıca dersine bir girdim ki Füsun Altıok (Akatlı) orada. Füsun hem mantık, hem edebiyat, her dalda bir allame. Bir de eski kültüre hakkıyla el attı.” Bugün Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkan Yardımcısı olan Zeynep Altıok Akatlı’nın annesini, Türkiye’nin az sayıdaki sahici entelektüellerinden birini anlatıyor İlber Ortaylı, söz Nusret Hızır’a gelince de ekliyor: “Nusret Hoca bize felsefe-mantık dersi açtı. Ne var ki, 12 Mart olunca, Hoca’nın ilişiğini kestiler. Nereden ne akıllarına gelmişse. Biz de evinde devam ettik. Kimler geliyordu o derslere? İlhan Tekeli, ben, Füsun Altıok Akatlı, Oktar Türel… Birkaç sene sürdü o dersler. Herhalde Dil Tarih’ten falan daha yoğun bir eğitimdi o.”

Bana yazdığı unutulmaz bir mektubu ömrümce saklayacağım, bir kahve içimi olsun sohbet etme onuruna da eriştiğim Füsun Hocam ne kadar okunup değerlendiriliyor, genç kuşaklar onun aydınlık mirasını geleceğe taşıma yolunda ne tür çalışmalar yapıyor, bilmiyoruz. Bu tür meseleler dar bir çevrenin konusu sayılıp tartışma gündemimizde yer bulamaz ve üniversitelerdeki en küçük ilerici kıpırtı milli güvenlik tehdidi kabul edilip bastırılırken sormuş olalım: İlber Ortaylı gibi deha düzeyindeki bir tarihçinin “Her dalda bir allame” saydığı entelektüeline hak ettiği değeri vermeyen toplumlar, Sabahattin Ali’nin öykü ve romanlarında ustalıkla betimlediği kasaba bezirgânlığının esiri olmazlar mı? Kürsüyü-mikrofonu görür görmez “Bunlaaar, bu elitler, bu Cehape zihniyeti” diye haykıranlar mı daha çok sevmektedirler yurdu ve insanlığı, yoksa evrensel çaptaki birikimlerini aktarmak için çırpınan, her askeri ve sivil darbede işinden atılan-işkence gören-hapislere tıkılan, ortalama eğitim seviyesi ilkokul terk bir ülkede onlarca kitap yazanlar mı? Türkiye’nin televizyonu olmaktan çıkıp bir siyasi görüşün borazanı haline gelmiş ekranda İngiliz elçisine tokat atan Sultan Abdülhamid hamaseti yapanlar mı tarihine sahip çıkmaktadır, Osmanlıca’dan Nusret Hızır’a koşaradım giderken yurdunun bağımsızlığı, insanlarının eşitliği-özgürlüğü için mücadele edenler mi?

Madem sormuş bulunduk, yine İlber Hoca yanıtlasın: “Osmanlı devrinde Topkapı Sarayı bile berbat vaziyetteydi. Kültürel tahribat, kültürel kadirbilmezlik, tembellik ve mazinin mirasını devralmamak konusundaki hoyratlık hep var Türkiye’de. Bizde zarif diyebileceğin insan ve sınıflar, yeterince kültürlü, bilgili, dirençli, imanlı değildir.” Sağcı gericilerin ‘elit’ diyerek hor göstermeye çalıştıklarını ‘zarif insan ve sınıflar’ olarak niteleyip önemli bir uyarıda bulunuyor Ortaylı, dikkate alalım. Bunu yaparken, kampus entelektüeline dönüşmüş, uzman jargonlarına hapsolup belli konuda ihtisaslaşmış olanlardan farklı, çağdaş bilgi ve kültürün bütün insanları kapsaması gerektiğinin bilincinde entelektüeller olalım.

Niyazi Berkes ise, Mülkiye ile Harbiye’nin karşısına doktor ya da avukat olma özlemiyle çıkılmasının, devlet gücüyle para gücünün rekabetinin Cumhuriyet tarihimizi şekillendirdiğini, felsefeye-edebiyata-sanata meyledenlerin de bunların arasında ezilmeye mahkûm olduklarını anlatırken, “Felsefe derslerinde her hoca bellediği bir otoriteye saplanır, onun bir çeşit gramofonu olurdu” diyor ‘Unutulan Yıllar’da. Daha sonra Tanpınar’ın ‘Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde söz edeceği ‘Yeni Ortaçağ’ın ‘plak insan’ını haber veriyor. Bu ülkenin ‘elit’ düşünürleri, işte böylesine çorak ortamda, her an çelmelenip düşürülme endişesiyle ama daima dik durarak, hepimizi utandırması gereken bir özveriyle başardılar plak insan olmamayı, gramofon olmamayı, ‘Yeni Ortaçağ’ın ahmaklaştırdıklarından olmamayı.

Bir de Muhsin Bey’i anlatır Berkes, hani şu unutulmaz filmdeki Muhsin Bey gibi bir Muhsin Bey’i, en sevdiği, en etkilendiği öğretmenini: “Hiçbir alafrangalığı, züppeliği olmayan bir kişi. İleri kafalı, haksızlıklara karşı. Dış görünüşüne dikkat etmekle beraber, yoksul. Onun yoksulluğu, kişiliği ve haysiyeti olan bir kişinin yoksulluğuydu. İkinci yanı, savaşçılığı, savaşçı bir kişi oluşunun konuşmalarının her yanı ile belli oluşu. Tarihe ne budalaca bir hayranlıkla, ne de aşırı bir yabancılıkla bakıyordu. Osmanlı tarihini de divan şairleri hocaları gibi cezbe içinde değil, kritik bir görüş içinde anlatarak sevdirebilmişti.”

Dünya savaşından öksüz-yetim çıkıp ziraat mühendisi olabilmiş Haydar dedem gibi, Tonguç’la Hasan Âli Yücel’in köy enstitülerinde okuyup öğretmen olabilmiş Hasan dedem gibi, katledilmiş ve kanı yerde kalmış onca aydınımız gibi, Ümit Kaftancıoğlu gibi, Muammer Aksoy gibi, Turan Dursun gibi, Metin Göktepe gibi, Behçet Aysan gibi, Metin Altıok gibi, kimsesizler mezarlığına-asit kuyularına atılmış halk çocukları gibi, iş cinayetlerinde sessiz sitemsiz can verip gidenler gibi, Cumartesi Anneleri gibi bir Cumhuriyet elitidir Muhsin Bey. “Bu elitler, bunlaaaar… bir elimizde bayrak diğerinde Kur’an” diye diye kendi insanını aldatarak yağma sofrasına kurulanlara alçakgönüllü emeğiyle sessizce başkaldıran ölümsüz ruhtur.

Dış görünüşüne dikkat etmekle beraber yoksuldur Muhsin Bey, Cumhuriyet gibi.

Ve onun yoksulluğu, kişiliği ve haysiyeti olan bir kişinin yoksulluğudur.