Cumhuriyet’in amacı aydınlanma ve modernizmdi

Mehmet Emin Kurnaz

Cumhuriyetin ilanının 95. yılına girdiğimiz şu günlerde rejim tartışmaları ve hegemonya krizi sürerken; sanatın, kurucu bir ideoloji olarak Cumhuriyet’in ilk günlerinden Yeni Türkiye tezlerinin tartışıldığı bugünlere dek iktidarlarla olan ilişkisini sanatçı/akademisyen Murat Germen ile konuştuk.

► 1920’lerin başında, yeni kurulan Cumhuriyet’in sosyo-kültürel bağlamda sanata ve mimariye yüklediği işlevsellik neydi?
Mimarlık devletlerin, şirketlerin, bireylerin güçlerini, refah düzeylerini belli bir iddia ile aktardıkları yaratı alanlarından birisi. Bazen ne kadar ilerici olduğunu ispat etmek üzere çağdaş ve insancıl ölçekte bir mimarlığın, bazen de toplum bireylerinin gözünü korkutmak ve/veya müritlik seviyesinde hayranlık yaratmak üzere klasik görünümlü ve devasa boyutlu mimarilerin yaratılabildiğini dünya tarihinin çeşitli evrelerinde gördük, görmeye de devam edeceğiz. Cumhuriyet projesi; sanat ve mimarlık gibi yaratı alanlarını çağdaşlık düzeyine erişebilmeyi, o zamana has bir ilerici ruhu Türkiye toplumsal hayatı ile entegre edebilmeyi, kendini tüketmiş bir Osmanlı mirasına, gelenekselliğine yeni bir soluk getirmeyi, küresel ölçekte modernizm ve konstrüktivizm ile başlatılan aydınlanma hareketine geç de olsa bizim coğrafyadan eklemlenmeyi amaçlıyordu diye düşünüyorum. İlerlemenin ancak uluslararası işbirliği ile kaydedilebileceği vizyonuna sahip olunduğu için, böyle bir terakkiperver harekete katkıda bulunabilmeleri için yurtdışından profesyoneller de çağırıldı. Komşular da dahil olmak üzere bir çok devlet ile küs olmanın ve husumet ortamına yol açmanın, diğer deyişle bir memleketin dünyanın diğer kültürleri ile bağı kesildiğinde ne gibi sonuçlar ortaya çıktığını deneyimledik. “Yurtta sulh, cihanda sulh” yaklaşımının ise küresel ısınmanın yıkıcı etkilerini yaşamaya başladığımız ve tüm dünya ülkeleri olarak işbirliği yaparak doğadaki hasarları azaltmamız gereken zamanımızda, ne derece değerli olduğunu hatırlamakta fayda var.

Atatürk ‘Batıcı’ değildi
► Yine bir Batılılaşma hamlesi olarak kadının toplumsal yaşamda öne çıktığı, Batı müziği ve modern dansların sergilendiği mekanlarda Cumhuriyet Baloları ne ifade ediyordu?
Cumhuriyet projesini ille de bir Batılılaşma projesi olarak görmek şart değil. Şahsen Atatürk’ü “Batıcı” birisi olarak görmüyorum, aksine yerel şartları değerlendiren ve küresel tekamüle bizim buralardan nasıl özgün bir katkı sağlanabileceği konusu üzerine hayli düşünmüş birisi bence. Hedeflerinden birisi “muasır medeniyetler” seviyesine ulaşmak idi, kelimesi kelimesine “Batı’ya benzemek” değil. O sıralar muasır medeniyetlerin çoğunluğu Batı coğrafyalarında şekillendiği için Cumhuriyet hareketi ister istemez bir Batılılaşma hamlesi olarak görüldü. Bu arada unutmamak lâzım ki, Cumhuriyet projesi kadınlara birçok Batı ülkesinden daha önce seçme / seçilme hakkı verdi. Bu, zamanın küresel dinamikleri göz önünde tutulduğunda, çok önemli ve öncü bir girişim idi.

Cumhuriyet baloları olgusunu ise şöyle görmek lâzım belki de: Kadının toplumdaki yerinin sağlamlaşması, emniyete alınması için açık fikirli, esnek tutumlu bir yaklaşım gerekiyordu. Bu açıklık kavramının mecazi ve fiziki dönüştürümü, kapalı olan başların açılması ve evlerde kapalı tutulan kadınların toplum hayatına açılmalarını sağlamak üzerinden gerçekleştirilmek istenmiş olabilir. O sıralar eğitim fırsatı verilmemiş, bu yüzden de profesyonel, resmi ve idari hayata henüz entegre olamamış kadının kendini gösterebileceği yerlerden birisi de balolardı yüksek ihtimâlle. Zaten bu balolar işlevlerini yerine getirdikten belli bir süre sonra da eskisi kadar önemsenmemeye başladı sanıyorum. Eski günlere ait siyasi, kültürel olguları zamanın şartları bağlamında da değerlendirmek gerekiyor, salt bugünkü bilincimizle eskiye bakarak değil.

Kırsalın aydınlanması önemliydi
► Bir kalkınma ve modernleşme hamlesi olarak köy enstitülerinin işlevi neydi? Modernleşme hamlesini balolardan taşraya taşıyabilir miydi?
1-2 yıl kadar önce Facebook’ta Köy Enstitüleri’nde dağıtılan bir karneye rastladım. Ziraat, iktisat, bitkibilim, hayvancılık gibi kırsala özgü konuların yanı sıra felsefe başlıklı bir ders gördüm hayretle. Felsefe niye okursunuz: Ezen-ezilen arasındaki diyalektik dinamiği çözebilmek, içgüdülerimizin kaynağını öğrenebilmek, varoluşun temelleri üzerine fikir geliştirebilmek, aydınlanabilmek, sorgulayabilme ve bağımsız düşünebilme yeteneği edinmek için… İsmet İnönü’nün köy enstitüleri ile ilgili olarak şu sözleri sarf ettiğini duydum: “Ne zaman Türkiye’de, erinden generaline, sade vatandaşından cumhurbaşkanına kadar, herkes, ekmekle kitabı bir araya getirebilirse, gerçek kalkınma başlamıştır demektir” İnönü hayranı olduğumdan değil, ama yarım asırı aşkın süredir buna benzer bir cümle kuran bir siyasetçi olduysa beri gelin.
Köy enstitülerinin sağlamayı amaçladığı yapı yüzünden sağ tandanslı siyasi erkin oluşturmak istediği zemin çökecekti. Ağalık ve aşiret düzenine karşı, hür düşünceli, bilime ve felsefeye vakit ayıran, istismar ve sömürü düzenini sorgulamaya meyilli, insanların temel haklarını sahiplenmeye niyetli, çoğulluğu savunan insanların kırsalda yetişmesi ihtimali sağ iktidarları şüphesiz ki çok endişelendirdi. Ağalık sisteminin en rahat işleyebileceği yer kırsaldı ve bu yüzden kırsaldakilerin aydınlanması muhakkak önlenmeli idi.

cumhuriyet-in-amaci-aydinlanma-ve-modernizmdi-525262-1.
Zamanımızda muhafazakâr diye geçinenlerin gerçek Osmanlı, Selçuklu eserlerini restore etmekte, korumakta, belgelemekte, çağdaş teknolojilerle vatandaşlarına aktarmakta zorlandıklarını; diğer deyişle bu değerli mirası muhafaza etmekte zorlandıklarını görüyoruz. Bu konu iyi beceremedikleri için de Osmanlı “çakması” yapılar, etkinlikler, içerikler üretip oyverenlerine niteliksiz, çapsız bir Osmanlı hayali sunuyorlar. Daha iyisini ne yazık ki daha önce görmemiş halk da bunu marifet sanıyor.

Hür düşünce tehdit olarak görüldü
► Menderes dönemi ve 80’lere dek yaşanan dönüşüm neler?

Amerika Birleşik Devletleri’nin oğul Bush’tan bile kötü sayabileceğimiz, belki ABD siyasi tarihinin en büyük yüz karası Joseph R. McCarthy sosyalizm karşıtlığını faşizm boyutuna taşımıştı. Birçok Amerikan aydını işlerini kaybettiler, işkence gördüler ve hatta yok edildiler. Bu dönemdeki zulmü konu edinen, Robert De Niro ve Annette Bening’in başrollerini oynadığı 1991 “Guilty by Suspicion” adlı bir film vardır, tavsiye ederim. Bu dönemdeki insanlık dışı uygulamalardan dolayı birçok Amerikan kültür-sanat insanı o sıralar çok güçlü bir konumda olan Sovyetler Birliği’ne yakınlaştılar.

McCarthy kafasından sıyrıldıktan sonra, Amerikan derin devleti bu gelişmeden pek memnun kalmadığı ve aydınlarını Sovyetlere kaptırmak istemediği için gizli bir şekilde kültür-sanat etkinliklerini desteklemeye başladı. O sıralar yükselişte olan Amerikan soyut dışavurumculuğu sanat akımını örtülü bir şekilde desteklemeye başladı. Bu konu hakkında detaylı bilgi edinmek isterseniz Frances Stonor Saunders’ın “Parayı Verdi Düdüğü Çaldı: CIA ve Kültürel Soğuk Savaş” adlı kitabını okumanızı hararetle tavsiye ederim. Ülker İnce tarafından dilimize çevrilen kitabın “Hakkında” bölümünden alıntı daha açıklayıcı olacak: “Kitabı okurken, CIA’nın Amerikan kültürünü nasıl bir propaganda silahı olarak gördüğünü, bu amaç uğruna nasıl konferanslar düzenlediğini, dergiler çıkarttığını, orkestraların turneleri ve resim sergileri için ödenek sağladığını öğreniyorsunuz. Soyut ekspresyonizmin sosyalist gerçekçiliğin öğretileri karşısında özgürlüğü temsil etmek için yaratılmış bir akım olduğunu gördüğünüzde de, sanatın propagandaya alet olmasını nefretle kınıyorsunuz.”

Neden böyle bir giriş yaptım? Menderes dönemi McCarthy kafasının Türkiye’ye ithal ve enjekte edildiği bir dönem olarak da algılanmalı. Köy enstitülerinin sağlamaya çalıştığı aydınlanmacı zemin bir çok insanın sol düşünceye, özgürlüğe, bağımsızlığa kaymasına yol açabilirdi. Celal Bayar ve Adnan Menderes’in Demokrat Parti üzerinden başını çektiği sağcı, mutaassıp ve feodal düşünce yapısı bu enstitüleri kapatarak hür akıllı insanların oluşmasına zemin sağlayabilecek bir hamleyi durdurdu. Okullarda din derslerinin verilmeye başlanması ve imam hatip okullarının açılması da aynı döneme denk geliyor.

Her ne kadar Amerikan devleti gerici McCarthy döneminin ardından bunun doğru bir yol olmadığını eninde sonunda keşfetmiş ve sanata, bilime, felsefeye, kitaba, düşünceye, teknolojiye, yeniliklere yatırım yapmaya başlamış olsa da, benzer sürecin Türkiye’de yaşanamadığını, buna yerel ve küresel ölçeklerde izin verilmediğini söyleyebiliriz. Cumhuriyet projesinin mimarları kültür ve sanatın, tasarımın, sanayinin bir ülkenin küresel ölçekte güçlü olabilmesi için ne derece önemli bileşenler olduklarının farkında idi ve bu yönde yatırımlar, hamleler yaptılar. Fakat Cumhuriyet’i kuran ekip ve kafanın etkilerini yitirmesi sonrasında, Amerika’da vuku bulan ve yukarıda tanımlamaya çalıştığım türde bir gelişmeyi ülkemizde yaşadığımızı söylemek zor. Farklı bir açıdan bakmaya eğilimli kültür-sanat insanları ve sorgulayıcı, hür düşünce / ifade ne yazık ki günümüzde hâlâ tehdit olarak görülüyor buralarda.

Çakma bir Osmanlı hayali sunuyorlar
► Son 15 yıllık süreçte ‘Yeni Türkiye’ tezleriyle Cumhuriyet’in kurucu fikirleri arasında yaşanan çatışmanın sanata tezahürü nasıl gerçekleşti? Mimaride geçmişin estetiği ile bugünün yapıları arasında yaşanan dönüşümü nasıl okumak gerekir?
Matbaanın icadı, Rönesans, empresyonizm, endüstrileşme, modernizm, konstrüktivizm, postmodernizm, dekonstrüktivizm ile arada atladığım birçok dönem bizim coğrafyamızda yerleşik ve ardışık bir şekilde yaşanamadığı için; mimarlık, sanat, estetik, tasarım, felsefe, teknoloji gibi yaratı alanlarında net ve yerel tavırlar, akımlar, duruşlar geliştirilemedi. Bu yüzden gerek “Eski Türkiye”de gerekse de “Yeni Türkiye”de de özgün bir yaklaşımdan bahsetmek zor.

Eski Türkiye çağdaşlık üzerinden dünyada söz sahibi olmak isterken, sağcı hükümetlerin hür düşünceyi oluşturacak zemini engellemeleri yüzünden Türkiye kendine has, özgün, sağlam duruşlu bir modernite geliştiremedi ve ulusal kimliğin ne olduğu, olabileceği konusunda bir mutabakat geliştirilemedi. Çoğu İstanbul’da olan Batı misyon okullarında okumuş ve Batı düşünce biçimini sağlıklı bir şekilde yerelleştiremeden direkt benimseyen bazı bireylerden oluşan entelijansiya; Batı’ya Cumhuriyet döneminden daha yoğun ve belirgin bir şekilde yüzünü döndü ve müzik, sanat, felsefe, edebiyat da dahil olmak üzere yerel olan birçok şeye burun kıvırdılar. İyi yetişmiş, donanımlı insanlar kültürlerini yeteri kadar sahiplenmeyince; vatanperverlik, gelenekselcilik gibi iyi sindirilerek sürdürülmesi gereken kavramlar; donanımlı ve ilerici olmayan, yerel kültürün ilerleyebilmesi için gerekli vizyoner kafaya sahip olmayan kitlelerin sahiplendiği ve başka türlüsünü bilmedikleri için dogmatik niteliğe büründürdükleri kavramlara dönüştü. Zamanımızda muhafazakâr diye geçinenlerin gerçek Osmanlı, Selçuklu eserlerini restore etmekte, korumakta, belgelemekte, çağdaş teknolojilerle vatandaşlarına aktarmakta zorlandıklarını; diğer deyişle bu değerli mirası muhafaza etmekte zorlandıklarını görüyoruz.

Bu konuyu iyi beceremedikleri için de Osmanlı “çakması” yapılar, etkinlikler, içerikler üretip oyverenlerine niteliksiz, çapsız bir Osmanlı hayali sunuyorlar. Daha iyisini ne yazık ki daha önce görmemiş halk da bunu marifet sanıyor.