Dün Cumhuriyet’in kuruluşunun yıldönümüydü; o nedenle, ilk olarak 92 yıl önce verilmiş “harika” kararı kutlamak istiyorum. Devletçe kutlamak önemli değil; yeter ki, önemini kalplerimiz ve aklımızla anlayalım. Cumhuriyeti demokrasi ile tamamlanmadığı için eleştirenler çok, biliyorum; ancak, bu ayıbın kuruculardan çok ”bizim” olduğunu görmek için yaşadığımız son yıllar yeterli olmuştur sanırım.

Gazetelere bir bakmak yeter. Türkiye’nin “Pakistanlaşması”, Erdoğan’ın “Putinleşmesi”, hükümetin “kuklalaşması”, toplumun “bölünmesi” yolundaki haberlerden geçilmiyor. İktidarı bırakmamak uğruna yapılanlardan sonra, yapılacak seçimlerin neler getireceğinden korkmayan yok gibi. Bir de, son günlerde ortaya çıkan ve ABD’nin kuruluş yıllarındaki gibi başına ödül konan “arananlar” listesi var ki, insan, Şerif’in kasabasına dönüşen Türkiye’ye çok yakıştığını düşünmeden edemiyor!

İroniyi bir yana bırakırsak, 13 yıllık AKP iktidarından sonra, demokratik ilkeler, hukuk devleti, laiklik, yargı bağımsızlığı, basın özgürlüğü, üniversite, TRT gibi özerk kurumlar açısından epeyce hasar görmüş bir demokrasi ile hallaç pamuğu gibi atılıp partilileşmiş bir devlet aygıtıyla karşı karşıyayız. Söylenecek çok şey de var. Bu yazıda birinden, Özgürlük Araştırmaları Derneği’nin Burak Bilgehan Özpek ve Başak Yavcan eliyle hazırladığı rapordan söz etmek istiyorum. Raporda, basın özgürlüğü konusunda yasal koşullar açısından dokuz, bağımlılık koşulları açısından ise iki değişken ele alınarak sonuçlar çıkarılmış. Rapor ayrıntılı; bazı sonuçlara değinmekle yetineceğim.

Sonuçlardan biri, cezaevine giren ve gözaltına alınan gazetecilerin artmasıyla ilgili. 2012’de gözaltına alınan gazeteciler 31 iken, bu sayı 2014’te 72’ye çıkmış. Aynı şekilde, devlet tarafından dava açılan gazeteci sayısı da artmış durumda; 2014 yılında 100’den dazla gazeteciye -çoğu da 17-25 Aralık operasyonunu haberleştirmeleri nedeniyle- tazminat ve ceza davaları açıldığı görülüyor. 2015 yılında ise, İstanbul Adliyesi’nde öldürülen savcı, silah yüklü TIRlar ve benzeri konularda 21 gazeteci için hapis istemiyle dava açıldığı, 39 gazeteye ise ilan cezası verildiği ortaya çıkmakta.

Hakaret davaları ise gani! Haziran 2014 ile Haziran 2015 arasında 392 yayıncı ve yazara Erdoğan’a hakaret gerekçesiyle dava açılmış; 22 basın mensubu için ceza ve tazminat davası görülmüş, 63 kişi de farklı hapis ve tazminat cezalarına çarptırılmıştır.

Basın özgürlüğü açısından önemli bir ihlal de, basın yasaklarıyla ilgili. 2010’da 4 olan yayın yasağının her yıl arttığı ve 2010-2014 arasında toplam 149 yayın yasağı kararının alındığı görülüyor. Bunların arasında Reyhanlı’da 52 kişinin ölümüyle sonuçlanan patlama, rüşvet ve yolsuzluk soruşturmaları, Musul’daki konsolosluk mensuplarının rehin alınması, silah yüklü TIRlar ve Suruç Katliamı gibi toplumun haber alma özgürlüğü açısından çok önemli olaylar var.
Erişim engellenmesi de sıklıkla başvurulan bir yol. 2009’dan buyana erişimi engellenen web sitelerinin sayısı her yıl artmakta, 2015’e gelindiğinde bu sayı 102.409’u bulmaktadır. Erişimi engellenen haber sitesi 280’i bulmuş, 2015 Ağustos itibariyle erişimi engellenen Youtube video sayısı ise 705 olmuştur.

Rapor, zaten bilindiği gibi, reklam gelirleri açısından gazeteler arasında nasıl büyük ayırımlar yapıldığını da ortaya koymakta. Yandaş yayın organlarına, tirajlarına veya reyting oranlarına bakılmaksızın, reklam muslukları sonuna kadar açıldığı, buna karşın kendilerinden yana olmayanları kamu reklamları açısından adeta cezalandırdıkları açıkça ortada. Vergi incelemeleri ile cezalarında da aynı yaklaşım devrede.

Bu gidişin bugün vardığı yer ise daha ürkütücü. Artık yalnız gazetecilere değil, Hürriyet’e yapıldığı gibi gazetelere de saldırılmakta, daha ötesi basın ve yayın organlarına polis zoruyla el konulmaktadır. 92 yıl sonra basın özgürlüğümüz böyle! Ne mutlu bize!

Bunları yazarken, siyasal İslam’ın iktidara gelişini “muhafazakâr demokrat” diye topluma yamayan, devleti değil toplumu temsil ettiği iddiasıyla AKP ve Erdoğan’ı destekleyen liberal aydınların, şimdi, “kandırıldık, yanıltıldık” gibi itiraflarına değinmemek olmaz. Olmaz, çünkü bugün karşılaştığımız musibette onların payı büyük. Kısacası, şimdi, partisini de aşıp tek başına “devlet” olmuş bir siyasi figür karşısındaysak, bu figürün yükselmesinde onların sorumluluğu unutulamaz. Ayrıca zekâları yerinde, bilgileri ve çevreleri geniş bu insanların “aldatılmalarını, kullanılmalarını” söylemeleri de oldukça tuhaf; bu yanılgıya “bile-isteye” düştüklerini düşünmek daha gerçekçi olmalı. Kaldı ki, iktidarca kabul görüp pohpohlandıkları zamanlarda AKP ve Erdoğan’a eleştirel bakan ya da siyasal İslam’ın demokrasiyle ilişkisine kuşkuyla yaklaşanlara nasıl kibirle görmezden/ duymazdan geldikleri de bilinmiyor değil. 2010 referandumunda olduğu gibi bu tür eleştiri sahiplerini devletçi, statükocu, anti-demokrat olarak nitelemekten kaçınmadıkları da bilinmekte. Düşünüyorum da, gerçekten pişmanlık duyuyorlarsa, medyadaki yerlerinden yararlanıp birkaç söz etmek yerine, halka gidip yanılgılarının hesabını verseler daha inandırıcı olur diyorum. Günah çıkarma yeri medya değil, toplum olabilir.