Akademisyen Efe Peker, "Özellikle kuruluşun ilk yıllarında laiklik ile ilgili atılan her adım aynı zamanda yeni Cumhuriyet’in iç ve dış egemenliğini pekiştirdiğinden, laiklik ve Cumhuriyet birbirinden ayrılmaz iki olgu olarak vücut buldu" diyor.

“Cumhuriyet ve laiklik birbirinden ayrılamaz”

Yasin Durak

Laiklik söyleşileri dizimiz kapsamında bu hafta Akademisyen Efe Peker’le makaleleri ve araştırmaları üzerinden söyleştik. Peker laikliğin tarihsel sürecini ve egemenlikle olan ilişkisine değinerek, laikliğin Cumhuriyet'le olan ilişkisine değindi.

Geçen yıl yurtdışında yayımlanan bir makalenizde laikliğin Türkiye’deki serüveninin “laikleşme sürecinin salt aktörlerin fikirleri yahut pozitivist ideolojinin yükselişi” gibi düşünsel mahiyetlerde kavranamayacağını kanıtlar nitelikte olduğu iddiasında bulundunuz. Bu çerçevede Türkiye’de laikleşme sürecinin egemenlik ve sınıf mücadeleleri eksenindeki kritik dönemeçlerini okurlarımız için özetler misiniz?
Cumhuriyet’i kuran kadroların dine karşı bilimi ön plana çıkaran dünya görüşlerine sahip oldukları sık sık tekrarlanır. Bu büyük ölçüde doğrudur da. Ancak laikliğin ülkemizde aldığı hukuksal ve kurumsal biçimleri anlayabilmek için kurucu kadroların düşünce dünyalarını incelemek kendi başına yeterli değil. Daha genel olarak söylersek, siyasi aktörlerin ideolojileri ile yaptıkları yasalar, inşa ettikleri kurumlar arasında doğrudan bir bağlantı olduğunu varsaymamak gerekiyor. Sözünü ettiğiniz makalede, pozitivist ya da benzeri modern ideolojilerden ziyade (ya da bunlara ek olarak), birbiriyle yakından ilişkili iki önemli tarihsel değişkene yakından bakmak gerektiğini iddia ediyorum: Ulusal devlet egemenliği inşası ve sınıf mücadeleleri. Bu iki öğeyi dikkate alınca, İttihatçıların ve Cumhuriyet kadrolarının İslam ile kurduğu bağın neden iniş-çıkışlar gösteren karmaşık bir ilişki şeklinde seyrettiği daha iyi gözlemlenebilir.

Bu kadrolar için İslam hem bir tehdit hem de ihtiyaç olarak ortaya çıktı. Tehditti, çünkü saltanat ve ona bağlı toplumsal sınıflar (örneğin ulema, büyük toprak sahipleri ve diğer yerel eşraf) iktidarlarını ve maddi çıkarlarını tamamen İslami kodlar üzerinden inşa ediyor, modern-kapitalist ulus inşasına Müslümanlığı kullanarak karşı çıkıyordu. 31 Mart İsyanı (1909), İstanbul Fetvası (1920), Şeyh Sait Ayaklanması (1925) ve Menemen Olayı (1930) bunun en iyi bilinen örneklerindendir. Ancak İslam aynı zamanda uluslaşmanın temel unsuru da olageldi: 1912-22 arasında Hıristiyan öğelere karşı verilen savaşlar (Balkan Savaşları, Birinci Dünya Savaşı, Kurtuluş Savaşı) ve içerideki gayrimüslim milliyetçi hareketleri, kurucu kadroları dinî bir lisan vasıtasıyla meşruiyet aramaya, Müslüman burjuvazi yaratmaya ve yıkıcı sonuçlar doğuran İslami nüfus politikaları izlemeye yöneltti.

İslam ile kurulan bu ikircikli ilişkinin izlerini laikleşmenin izlediği kademeli seyirde de bulmak mümkündür. Örneğin Kurtuluş Savaşı (1919-22) sırasında Mustafa Kemal ve çevresi son derece dinî bir söylem tutturmuş, amaçlarının padişahı ve hilafeti kurtarmak olduğunu ilan etmiştir. Saltanatın ve hilafetin kaldırılıp Cumhuriyet’in kurulduğu 1922-24 aralığında bile, yeni rejim Müslümanlığın gerçek temsilcisi olduğunu iddia ederek hayatına başlamıştır. Mesela Cumhuriyet’i ilan eden 364 numaralı yasa aynı zamanda İslam’ı devlet dini olarak tanımlar; hilafeti kaldıran 431 numaralı yasa, hilafetin ruhunun Cumhuriyet’e içkin olduğunun altını çizer. Daha sonra da özellikle Diyanet İşleri Reisliği ile Cumhuriyet, İslami velayeti ve idareyi Osmanlı’dan alıp tamamen kendi kurumlarına aktarmıştır.

Ancak bu kurumsal devamlılığa bakarak Cumhuriyet’e geçişte din politikasında fazla bir değişiklik olmadığını iddia etmek mümkün değildir -ki bazı sosyal bilimciler bu hataya düşerler-. Osmanlı’ya zıt olarak Cumhuriyet, elinde tuttuğu Sünni İslami tekelini dinin siyasi-toplumsal etkisini artırma değil, kademeli olarak azaltma amacıyla kullanmıştır. Bu yüzdendir ki Demokrat Parti’nin iktidara geldiği 1950’ye kadar Diyanet bütçesi, cami sayısı, dinî eğitimi mecraları gibi kalemlere baktığımızda çok kuvvetli bir düşüş eğilimi görürüz. Özetlersek, Türkiye’de laiklik, baskın dinî kurumu devletten kesin olarak ayırmak suretiyle değil (mesela örnek alınan Fransa gibi), bu kurumu kendi bünyesinde tutarak zayıflatma stratejisiyle hayata geçmiştir. Gücünü dinden alan toplumsal muhalefet odaklarına ve eski rejimden bakiye kalan öğelere fırsat vermemek için bu yol tercih edildi. Dolayısıyla sınıf ve devlet egemenliği mücadeleleri din politikalarının evrimini doğrudan etkilemiştir.

cumhuriyet-ve-laiklik-birbirinden-ayrilamaz-933109-1.
Efe Peker

Daha önce Praksis Dergisi’nde bu tarihsel serüvene ilişkin olarak “Cumhuriyet’in yalnızca laikliği inşa etmediğini, laikliğin de Cumhuriyet’i kurduğunu” yazmıştınız. Bunu biraz açar mısınız?
En genel anlamıyla Cumhuriyet, siyasi iktidarın bir kişi ya da ailede değil, halkın iradesinde vücut bulmasıdır ve doğal olarak bizim coğrafyamızda bu tanım Osmanlı Hanedanlığı'nın kaldırılması anlamına gelir. Söz konusu hanedanlık varlık sebebini, kurumsal yapısını ve sınıfsal tabanını Sünni İslam üzerinden meşrulaştırdığı ve savunduğu ölçüde, 20. yüzyıl başında saltanata karşı verilen mücadele kaçınılmaz olarak dinin siyasi-toplumsal etkisini azaltmak için verilen bir mücadeleye dönüşmüştür. Özellikle kuruluşun ilk yıllarında laiklik ile ilgili atılan her adım aynı zamanda yeni Cumhuriyet’in iç ve dış egemenliğini pekiştirdiğinden, laiklik ve Cumhuriyet birbirinden ayrılmaz iki olgu olarak vücut buldu.

Örneğin saltanat kaldırılırken önce hilafet kurumu ondan ayrıldı (1922). Hilafet kaldırılırken (1924) aynı zamanda Osmanlı ailesi sınır dışı edildi ve TBMM’nin açılmasından beri süren Ankara-İstanbul eksenindeki ikili iktidar durumu sona erdirildi. Hilafetin lağvedilmesi aynı zamanda Sünni İslam birliği güden Ortadoğu politikasının de reddi olduğu için Cumhuriyet’in dış egemenliğini daha sağlam bir temele oturttu. Aynı yıl Tevhid-i Tedrisat Kanunu ve dinî mahkemelerinin kapatılması ulemayı eğitim ve yargıdan uzaklaştırdı. 1925’te tekke ve zaviyelerin kapatılması, eski yönetici sınıfların, ulemanın ve eşrafın din yoluyla örgütlediği isyanlara son vermeyi hedefledi. Dinî sıfatların yasaklanması ve aynı hafta çıkan Şapka Kanunu, söz konusu grupların İslami isim, kıyafet ve simgeler üzerinden halk üzerinde kurduğu nüfuzu zayıflatmayı amaçladı. 1926’da çıkarılan Medeni Kanun hukuktaki bölünmeyi sona erdirerek ulemanın gündelik hayatla ilgili sahip olduğu yetkilere nokta koydu ve aynı yıl gerçekleşen takvim ve saat devrimi dinî zaman mefhumundan kopuş teşkil etti.

1927 senesine gelindiğinde Cumhuriyet, iktidarını büyük ölçüde pekiştirmişti ve dolayısıyla laikliği tam anlamıyla kurumsallaştırmaya girişti. 1928’de Anayasa'dan tüm dini referanslar çıkarıldı. Yine 1928’deki Harf Devrimi ve 1931’deki Ölçüler Kanunu ile İslami simge ve pratikler ile olan mesafe daha da açıldı. 1934’te ibadethaneler dışında dinî kıyafet giymek yasaklandı, 1935’te cuma yerine pazar resmi tatil ilan edildi, 1937’de laiklik temel bir ilke olarak Anayasa'ya girdi ve 1938’de dinî bazlı örgütlenmeye karşı yasal düzenleme kuvvetlendirildi. Bu yaklaşık on beş yıllık inşa sürecini incelediğimizde, laiklik ile ilgili atılan her adımın hem eski rejime ait grup ve gelenekleri zayıflatma, hem de modern-kapitalist toplumsal ilişkileri tesis etmeyle yakından ilişkili olduğunu görmek mümkündür. Bu yüzden Cumhuriyet’in laikliği inşa ettiği kadar laikliğin de Cumhuriyet’i kurduğunu söylemenin doğru olacağını düşünüyorum.

Daha önce bir yazınızda laikliğe sıfatlar eklemenin yanlışlığından bahsetmiştiniz. Bunun özellikle sol politik tutumlar açısından yarattığı sorunlar nelerdir?
Burada bir ayrım yapmakta fayda var. Sosyal bilimlerde farklı ülkelerin laiklik modellerini karşılaştıran, benim de katkı koymaya çalıştığım geniş bir araştırma sahası mevcut. Kendine özgü tarihsel sebeplerden dolayı bazı ülkelerin dinin kamusal mevcudiyetine karşı daha katı ya da ılımlı politikalar geliştirdiğini biliyoruz. Söz konusu akademik bağlamda laikliğe sıfatlar eklemek, karşılaştırmalı bir terminoloji geliştirmek açısından çok önemli ve gerekli. Benim için sorun, söz konusu bilimsel kavramların siyasi amaçlar doğrultusunda çarpıtılarak ve basitleştirilerek kullanılması. Örneğin Erdoğan daha 2005’te “yasakçı” yerine “özgürlükçü” laiklik istediğini söylerken, gerçekten çoğulcu ve toplumu kutuplaştırmayan bir din siyaseti gütmekten mi söz ediyordu? Bugün geldiğimiz noktada bunu iddia eden herhalde çıkmayacaktır. Takip eden yıllarda, sosyal bilim yazınında bulunan katı/dayatmacı ve pasif/ılımlı laiklik ayrımları AKP tarafından iki amaç için kullanılageldi: Birincisi, ülke tarihine topyekûn bir “dayatmacı laiklik” nitelemesi yapıp siyah-beyaz bir okuma sunmak; ikincisi, bunun yerine “pasif laiklik” getiriyoruz diyerek laikliğin kazanımlarını ortadan kaldırmak.

Birincisiyle başlarsak, sunulan tarihi çerçevede, sanki 1930’lardan AKP’ye kadar hiçbir evrim geçirmemiş sabit bir “laikçi zihniyetten” bahsetmek gerçeklerle örtüşmüyor. Soğuk Savaş arifesinde CHP din dersleri, ilahiyat fakültesi ve türbeler konusunda geri adım atmıştı bile. 1950’lerde Demokrat Parti imam hatip okullarını açtı, Halk Evleri ve köy enstitülerini kapattı, Kuran kursu ve cami sayısında patlama yaşattı, devlet radyosunda Kuran okutup parti yanlısı cuma hutbeleri yazdırdı. 27 Mayıs yönetimi Diyanet’i anayasal bir kurum haline getirdi, yine 1960’larda solun yükselişin engellemek için Adalet Partisi cemaatlerle işbirliğini sıkılaştırdı. 1970’lerde Milliyetçi Cephe aynı amaçla Türk-İslam sentezi idealinde buluştu, yüzlerce yeni imam hatip okulu açtı, mezhepçi şiddeti körükledi. 1980 darbesi din derslerini zorunlu yaptı, Evren ayet ve hadisleri ağzından düşürmedi. Özal, tarikatları siyasetin ortağı yaptığı gibi Yeni Osmanlı dış politikasının da temellerini attı. Doğrudur, 27 Mayıs ve 28 Şubat gibi dönemlerde siyasi İslamcı hareketler devlet tarafından hizaya çekilip geri adım attırıldılar; yüksek bürokratik kademelerde yer almaları uzun yıllar mümkün değildi. Ancak genel resimde, Menderes-Özal-Erdoğan hattında görüldüğü üzere, sol karşıtlığından beslenen, her seferinde dinin devletle daha sıkı şekilde kenetlendiği ve İslamcı kadroları yönetimle buluşturan bir tarihsel gidişat söz konusudur. Bu resme bakıp da seksen yıldır değişmemiş bir “dayatmacı laiklik” çıkarmak zordur.

Ancak sloganlaştırılmış tarih işlevseldir ki bu da bizi ikinci noktaya getiriyor. Mağduriyet dışında hiçbir nüans barındırmayan “eski Türkiye” söylemi, geçmişle hesaplaşma başlığı altında laikliğin temellerini lağvetmek için gerekli koşulları hazırladı. Böylece AKP, topyekûn dinselleştirme girişimlerini uzun süre özgürlükçülük adı altında sunabildi. Ancak zaten baskın olan bir dinî mezhebi siyaset ve toplumun her kademesine nüfuz ettirmenin adı özgürleşme ya da çoğulculuk değildir. Diyanet’in bütçesinin son on beş yılda onlarca kez katlanması, kurumun Erdoğan’ı meşrulaştırma aracına dönmesi, eğitim sisteminin imam-hatipleştirilmesi, devlette kadrolaşmanın dindarlık ya da İslamcı siyasete bağlılık ölçütlerine tabi tutulması... Hangi sıfatı eklerseniz ekleyin, bu ve benzeri politikaların herhangi bir laiklik tanımıyla bağlantısı olamaz. Artık laikliğin anayasadan çıkarılmasının da tartışılıyor olması bunun önemli bir göstergesi olsa gerek. Dolayısıyla sosyal bilimler yazınındaki terminolojiyi siyasette kullanırken dikkatli olmak durumundayız.

Sizce özellikle bugünkü Türkiye konjonktürü göz önüne alındığında sol-sosyalist politikalar için laikliğin önemi nedir? Laikliği kazanabilmek için işe nereden başlamalı?
Kendini en geniş anlamıyla solda ya da iktidara muhalif olarak tanımlayan herkes laikliği ciddiye almak zorundadır. İşe buradan başlanabilir. Yıllar içinde solda laikliği önemsizleştiren bir yaklaşım gelişti. Örneğin merkez sol, laiklikten bahsetmenin kendisini din karşıtı gibi göstereceğini düşündüğü için bu konuda fazla ses çıkarmamayı tercih etti. Sosyalist solun bir bölümü ise laiklik söyleminin sınıf mücadelesini zayıflattığını ve AKP’nin zihniyet dünyasına sıkışmak olduğunu iddia etti. Ancak yüz sene önce olduğu gibi bugün de laiklik sınıf mücadeleleri ve devlet dönüşümleriyle yakından ilgili. Zira Erdoğan’ın şahsında cisimleşmiş otoriter-popülist rejim, meşruiyetini ve toplumsal tabanını Sünni İslam üzerinden tarif ve tatbik ediyor. Emek-sermaye ilişkilerini tarikatçılık ile yumuşatma, hak mücadelesi yerine biat kültürünü kuvvetlendirme, eğitimi “dindar nesil” ülküsüne indirgeme, kadını kamusal alandan dışlama, rejim ve liderini kutsallaştırma, halkı din üzerinden kutuplaştırma, kentsel dönüşüme payanda olma, saldırgan dış politikaya kılıf hazırlama gibi birçok başlıkta AKP’nin işleyiş biçimi dini sömürme ve seferber etmeye programlı. Söz konusu rejimle mücadele etmek kaçınılmaz olarak bu din politikalarının sorgulanması ve yeniden düzenlenmesi anlamına geleceği için, açıktan dile getirilse de getirilmese de laiklik muhalefet için önemli bir başlık olarak ortaya çıkacak.