Artık insanlar birbirlerine “nasılsın?” diye sorduklarına benzer bir yanıt veriyorlar:

-Türkiye gibi..!

İyiyim demek istiyorlar ama, ama bu ortamda ne kadar iyi olunabilir ki? İyiyim demek ayıp haline geliyor kendiliğinden…

Ömrünün tamamını ülkenin daha özgür, daha bağımsız, daha demokrat, insan haklarına saygılı, hukukun üstünlüğüne dayalı, dünyada saygın bir yeri olan ülkeler arasında yer alması için çabalayan insanlar, tam bir yerlere vardık diyeceklerken bir de bakıyorlar ki, bir anda yarım yüzyıl, hatta bir yüzyıl gerileme tehlikesiyle karşı karşıya kalmışlar…

İçinde bulunduğumuz hafta başında basından sansürün kaldırılışın 109. yılı kutlanıyordu!

Nasıl?

Cezaevinde 156 gazeteciyle…

Ülkenin en eski ulusal gazetesi Cumhuriyet’in yöneticileri, yazarları, avukatları, muhabirleri ve çizerinin şahsında gazetecilik yargılanarak, üçüncü büyük partinin eş genel başkanları, meclis grubunun bir bölümü, neredeyse bütün seçilmiş belediye başkanlarının hapishanelerde bulunduğu koşullarda…

Pazartesi günü (24 Temmuz 2017) Çağlayan’daki –Avrupa’nın En Büyük- Adliye Sarayında Cumhuriyet Davası başladığında avukatlar arasında Alp Selek de vardı. 1950’lerden itibaren demokrasi-hukuk mücadelesi içinde olan bir abide insan… 1960’larda Türkiye İşçi Partisi’nin açtığı yolun emekçileri arasındaydı. 12 Mart 1971 faşist cunta döneminde devrimci gençlerin avukatı idi. On yıl sonra bu sefer 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi’nin hapse attığı DİSK’lilerin, Barış Derneği Davası’nın sanıklarını savunuyordu. Bir yanında Mehmet Ali Aybar diğer yayında genç meslektaşı Fikret İlkiz vardı. Basın bölümünde ise Milliyet’ten Zeynep Oral elinde not defteri hiçbir ayrıntıyı kaçırmadan not alıyordu.

O yıllarda inançlı bir genç olan Tayyip Erdoğan’ı kamuoyu tanımıyordu. Din referanslı bir siyasi çizgi üzerinde ilerleyecek, 1991’de Refah Partisi’nin İstanbul İl Başkanı olacak, 1994’te Belediye Başkanı, 1998’de şiir okuma suçu ile makamından indirilecek, hapse girecek, çileler çekecek, çıkıp parti kuracak, partisi Meclis’te ezici çoğunlukla iktidar olacak, ama o dışında kalacak, sonra bir ara seçimle 2003 Mart’ında Başbakan olarak yerini alacak, kesintisiz bütün seçimleri kazanarak Cumhurbaşkanlığına kadar yükselecekti.

Peki öncekiler ne olacaklardı?

Artık ülke rahata ermiş, hiç kimse fikirlerinden ötürü suçlanmayacak, siyasi partiler kapatılmayacak, özgür basın susturulmayacak ülke çağdaş medeniyetler seviyesine çıkacaktı.

Ama böyle olmadı.

Herkes yine yerli yerine yollanmıştı.

Cumhuriyet gazetesi suçlu ilan edilmiş, gazeteciler sanık haline getirilmişti. Avukatları yine Alp Selek idi. Bir yanında Fikret İlkiz vardı yine… Ama öbür yanında Mehmet Ali Aybar yoktu. Onun ömrü yetmemişti. Basından sansürün kaldırıldığı 1908’de dünyaya gelen Aybar 10 Haziran 1995’de hayata gözlerini kapamıştı. İyi ki o tarihte veda etmişti, yoksa bir başka 10 Haziran’da Ali İsmail’in dövülerek öldürüldüğünü de görecekti.

Alp Selek’in Aybar’dan boşalan yanında artık 1980 doğumlu avukat Can Atalay yer alıyordu.

Davayı izleyen gazeteciler arasında ise yine Zeynep Oral vardı!

Bitmiyordu bu ülkenin çilesi!

Demokrasi vaat ederek gelenlerin hemen hepsi, özgürlükleri sadece kendileri için elde etmek istiyorlardı. Bu hedefe vardıklarında ise diğerlerine hayatı cehennem etmeye yemin etmişçesine raydan çıkmakta bir beis görmüyorlardı.

Ancak şu da vardı: Bunları yapanlar ileride yaptıklarıyla iftihar edemiyorlardı. Tarih onlara karşı demokrasiyi, insan haklarını, hukukun üstünlüğünü özetle insanlığı savunanları kaydediyordu.

Bir toplumun yüz akları insanlığı savunanlar arasında çıkıyordu. Geçmişte böyle oldu, günümüzde böyle oluyor, gelecekte de böyle olacak.

Cumhuriyet Davası’nda işlenmemiş suçların “sanıkları” Türkiye’nin yüz aklarıdırlar!