“Cumhuriyetin ikinci yüzyılını demokrasi ile taçlandırmak” vurgusu, özellikle 2023’e girmeye iyice yaklaştığımız şu günlerde en çok duyduğumuz ifade olsa gerek. Politik söylemin neredeyse ortak cümlesi gibi parti başkanlarının konuşmalarında, seçim bildirgelerinde, ilgili kurumların demeç ve açıklamalarında vb. hep bu ifadenin altı çizilir. Cumhuriyetin ikinci yüzyılını demokrasi ile taçlandıracağız!

Bu vurgu kullanıcıların niyetlerinden bağımsız olarak, bir Cumhuriyet savunusu olduğu kadar örtük bir eleştirisidir de. Çünkü ilk yüzyılda Cumhuriyetin işaret ettiği olumlu hususların yanında en büyük eksikliğine, yani demokrasinin yokluğuna işaret eder. Başka bir deyişle Cumhuriyet övgüsüne dair alenen söylenenlerle, eleştirisine dair örtük söylenenleri bir arada verir. Ne var ki söylemin bu örtük kısmı neredeyse tartışma dışı kalmıştır. Demokrasinin niçin olmadığı ya da olmamasının yarattığı sosyal, politik, kültürel vb. sonuçlar üzerine ciddi bir tartışmaya tesadüf etmek dahi zordur. Bu kısım en iyi ihtimalle, “demokrasi” için koşulların elverişli olmadığı gibi “akademik politik” gerekçelerle normalleştirilen bir analizin konusu olarak kalmıştır.

***

Toplumların, kendi tarihlerine karşı eleştirel olamamaları, içinden çıkılması zor bir çemberin inşa edilmesi gibidir. Moda deyimle “kırmızı çizgiler”in çizilmesidir. Öyle olunca da geçmişe ilişkin söylenebilecek eleştirel herhangi bir ifade, en baştan sınırlanmış olur. İlginç olan, bu çemberi inşa edenlerin de yine aynı toplumların politikacıları, akademisyenleri kısaca “okumuş-yazmışı” olmalarıdır. Böyle olunca geçmiş üzerine söylemler, gerçekte bir tartışma ve akademik analiz olmaktan çok, bir övgüyü her defasında daha güçlü tekrarlamak olarak kalır. Bu da elbette bir tartışmadır ama övgüyü daha güçlü yapanlarla, daha zayıf yapanlar arasında tezahür eden bir tartışma ya da sıradan bir politik polemik olabilir ancak.

Bu metodoloji sorunu bana, bir sosyal bilimci olarak sosyal bilimlerin öyküsüne dair gerilimleri hatırlatır. 19. yüzyılın neredeyse bütün sosyal bilim disiplinleri, dönemin “cumhuriyetleri”nin ikamesiyle ilgiliydi. Yeni rejimler bütün dünyada hem modern sistemleri kuruyorlardı hem de bu sistemler tarafından kuruluyorlardı. Sosyal bilimler modern cumhuriyetlerin akademik ayağı gibi işliyordu. Sosyolojiden coğrafyaya, antropolojiden tarihe kadar bütün sosyal bilimler, birer modern devlet ve rejim olarak cumhuriyetlerin inşasıyla ilgiliydi. Zamanla eleştirel sosyal bilim okulları ortaya çıktı, kendisiyle de hesaplaşan sosyal bilim eğilimleri gelişti. Bu durum modern cumhuriyetlerin bir kısmını da etkiledi ya da ondan etkilendi. Bazı cumhuriyetlerin kurucu aktörleri kendi geleneklerini eleştirdiler. Bazılarında kendi rejimlerinin ortaya çıkardığı toplumsal maliyetlerin muhasebesi yapıldı, hesaplaşma-yüzleşme araçları, mekânları inşa edildi vb. Ama bazıları, kendi çizdikleri kırmızı çizgilerin içinde kalmayı tercih ettiler.

***

Bana kalırsa “Cumhuriyetin ikinci yüzyılını demokrasi ile taçlandırmak” söyleminin, örtük olarak demokrasinin olmadığına işaret eden kısmı Cumhuriyete dair tartışmaların en önemli bölümüdür. Çünkü eğer demokrasi yoksa veya “demokrasi için uygun koşullar” yoksa (ki bu da demokrasiyi savunanların gerilimidir) o takdirde bireyler kâğıt üzerinde “eşit yurttaşlar” haline gelememiş demektir. Bırakın eşit yurttaş olmayı, 20. yüzyıl demokrasisinin en önemli göstergesi sayılan, kendi yöneticilerini oy vererek seçme imkânını bile bulamamış demektir.

Gerçekte demokrasinin olmadığı yerde, siyasal rejimler otoriterdir. Başka türlüsü zaten olamaz ve örneği de yoktur. Dolayısıyla “Cumhuriyetin ikinci yüzyılında demokrasiyi getirmek” demek, aslında örtük olarak ilk yüzyılındaki rejimin otoriter olduğunu söylemekle aynı anlama gelir ve bu doğrudur. Bu otoriterliğin yol açtığı sosyal, ekonomik, kültürel, politik vb. sonuçları tartışmak ise bunun doğal ve zorunlu sonucudur. Başka türlü bir demokrasi ideali zaten dayanaksız kalır.